TÜRK DEVRİMİNİN TEMEL DAYANAĞI :
MİLLİ EGEMENLİK

'Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.' (M.Kemal Atatürk)

'Güçlü Devlet'i öngören Atatürk'e göre, Türk Devleti'nin dayandığı temel ilkeler; 'Tam Bağımsızlık' ve 'Kayıtsız Şartsız Milli Egemenlik'tir. Atatürk'ün formüle ettiği tam bağımsızlık; 'siyasî, ekonomik, hukuki, askerî, kültürel' alanlarda bağımsızlık ve serbestlik demektir.
Milli egemenlik ilkesinin oluşumunu sağlayan Amasya Bildirgesi'nin 'Milletin azim ve kararı' ve Erzurum Kongresi'nin bir ürünü olan 'Millî Kuvvetleri Amil ve Millî İradeyi Egemen Kılmak' esasları, Sivas Kongresi'nde millet temsilcilerinin oybirliği ile kuvvetlendirilmiştir. Sivas Kongresi sürecinde millî hareketin organı olarak 'İrade-î Milliye' gazetesi yayınlanmış, Mustafa Kemal 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldikten sonra, 10 Ocak 1920'den itibaren de 'Hakimiyet-i Milliye' yayınlanmaya başlamıştır. 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa ise 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, idare usulü halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır' ilkesi TBMM tarafından benimsenecektir.
Atatürk'e göre, bu kadar acı tecrübeyi geçiren bir milletin, bundan sonra egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. O'nun ifadesiyle ; 'Milletimiz, hiç kimsenin iznine gerek görmeden ve müsaade etmeyenlere karşı isyan ederek, milli egemenliğini almış ve öylece kullanmıştır. Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.'
Atatürk şöyle diyor; 'Kuvvetliyiz, ordularımız kuvvetlidir. Ordularımızı yaratan, ordularımızı vücuda getiren milletimiz kuvvetlidir. Bu milleti yaşatan bu vatan sonsuz doğal zenginliklere ve verimliliğe sahiptir, kuvvetlidir. Fakat efendiler, bu kuvvetlerin üstünde bir kuvvetimiz vardır ki, o da milli egemenliğimizi idrak etmiş ve onu doğrudan doğruya halkın eline vermiş, halkın elinden tutmuş ve tutabileceğimizi gerçekten ispat etmiş olmaktır.'
Atatürk'e göre; 'Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar ; 'Tam Bağımsızlık' ve 'Kayıtsız Şartsız Milli Egemenlik'ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu milli egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir. TBMM ve onun hükümetinin milletten aldığı direktif tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik ilkelerine dayanarak, memleketi bayındırlaştırmak ve milleti zengin, varlıklı ve mutlu kılmaktır. Milli egemenlik düşmanlığı, üstün bir yeri, değeri ve şerefi olan bir milletin her şeyini bir anda yok etmeyi amaçlayan suçtan başka bir şey değildir.
11 Eylül 1919'da çalışmalarını bitiren Sivas Kongresi'nin, alınan kararları yürütmek üzere, Mustafa Kemal'in başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye seçtiğini ve Mustafa Kemal'in, müttefik devletlerinin donanmasının top tehditleri altında bulunan İstanbul'da Osmanlı Mebusan Meclisi'nin toplanmasına karşı çıkmasına rağmen, bu heyetin, meclisin İstanbul'da çalışması fikrini benimsediğini biliyoruz. 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, İstanbul'daki meclisin çalışmaları ile ilgili aldıkları karara göre, meclisteki çalışmaları yürütecek 'Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti' oluşturulacak, Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal seçilecek, Sivas Kongresi kararları onaylanacak ve Misak-ı Milli için Mecliste and içilecektir. Ne var ki, 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan son Osmanlı Meclisi, Mustafa Kemal'i Meclis Başkanlığı'na seçmediği gibi, 'Müdafaa-i Hukuk Grubu' yerine 'Felah-ı Vatan' adlı bir topluluk ortaya çıkar. Ankara'da söz vermişken, amacı saptıran milletvekillerine Mustafa Kemal'in, 'korkaklar, imansızlar ve cahiller' sözleri ile hitap ettiğini de biliyoruz. Bununla birlikte, son Meclis, Sivas Kongresi kararlarını onaylar ve 28 Ocak 1920'de, Misak-i Millî'yi kabul eder. Ne var ki bu gelişmeleri de hoş karşılamayan Müttefikler, 16 Mart 1920'de İstanbul'u resmen işgal etmişler, 18 Mart'ta çalışmalarına ara veren Meclis, Padişah tarafından 11 Nisan 1920'de dağıtılmıştır.
Türk ulusunun temsilcisiz kalamayacağına inanan Mustafa Kemal, 19 Mart 1920'de bir seçim tebliği ile bütün yurtta seçimlere gidilmesini sağlamış, yeniden seçilenlerle, İstanbul'da kaçıp kurtulanlar (115 kişi), 23 Nisan 1920' de, bir Cuma günü Ankara'da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde biraraya gelerek, Kurucu Meclis niteliğinde olağanüstü yetkilerle donatılmış bir halk, bir devrim ve bir 'savaş meclisi' karakterini taşıyan bu meclis, başkanlığına Mustafa Kemal'i seçerek, Ankara'da çalışmalarına başlayacaktır.
İstanbul'daki Meclisin dağıtılmasından sonra ortaya çıkan boşluk doldurulmuş, fakat meclisin 24 Nisan'da aldığı bir kararda ; 'Mecliste toplanan ulusal iradeyi, vatanın geleceğini egemen kılmak esas amaçtır. TBMM'nin üstünde başka bir güç yoktur' denmek suretiyle, asıl amaç belirtiliyor ve genç Yeni Türk Devleti'nin temelleri atılmış oluyordu.
Sorunlara azim ve cesaretle eğilen TBMM yönetimi, iç ayaklanmaları ve Ermeni saldırılarını boşa çıkarıp, Batıda İnönü Savaşı'nı kazanarak, Yunan ilerlemesine karşı 'dur' demek suretiyle ulusal ve uluslararası alanda süratle prestij kazanıyor, millî mücadeleyi sağlam temellere oturtuyordu.
'Meclis Hükümeti' olarak adlandırılan bu sistemde bir 'Meclis' vardır ve bütün yetkiler bu Meclis'te toplanmıştır. Başbakan yoktur. Vekilleri Meclis seçer ve Vekiller Heyetinin gerçek başkanı TBMM'nin de başkanıdır. Meclis başarılı olmayan bir vekilini hemen uzaklaştırır ve yerine yenisini getirir. Bu düzen Yeni Anayasa'nın kabul tarihi olan 20 Ocak 1921'e kadar sürer. Bu tarihte hukukî yönden mevcut olan bir boşluk doldurularak, Meclis ilk Anayasasına kavuşur. Bu Anayasanın en önemli niteliği; 'Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Ulusuna ait' olduğunu söylemek sureti ile, 'Millî Hakimiyet' prensibini açıkça ilk defa anayasa seviyesinde ifade etmiş olmasıdır.
Millî Egemenlik Teorisi'ne göre, belli bir zamanda ülkede yaşayan insanların kişiliklerinden ayrı bir manevî kişiliği olan 'Millet', egemenliğin tek ve meşru kaynağı ve sahibidir. 'Milli Egemenlik Teorisi', 'Egemenlik' anlayışı bakımından herhangi bir yenilik getirmiş değildir. Değişen şey; egemenliğin sahibi ve sujesidir. Eskiden Padişah, Sultan veya Krala ait egemenlik tacı, onun başından alınarak, milletin başına oturtulmuştur.
Siyasal iktidarın kaynağı konusunda, Fransız ihtilalinden sonra ortaya atılan 'Demokratik' teorilerden biri de, 'Millî Egemenlik' teorisinin değişik bir türü olan 'Halk Egemenliği' teorisidir. Siyaset literatüründe çoğu zaman bu ikisi arasında bir ayrım yapılmadığı ve her iki deyimin aynı anlam da kullanıldığı görülür. Bu tutum bugün için doğru sayılabilir. Zira günümüzde bu teorilerin pratikte geniş ölçüde birleştiğini görüyoruz. Bunun en açık örneği, 1946 ve 1958 Fransız Anayasalarıdır. Fransız Anayasası hazırlanırken Kurucu Meclis'te Millî Egemenlik ve Halk Egemenliği teorilerinden hangisinin benimseneceği konusu uzunca tartışılmış, sonuçta 1946 Anayasası'na şu karma formül girmiştir; 'Milli Egemenlik Fransız halkına aittir'. 1958 Fransız Anayasası da aynı ifadeyi benimsemiştir. Türkiye'de de daha çok Millî Egemenlik doktrini kabul edilmekle birlikte, Halk Egemenliği Teorisi'nin de bazı unsurları uygulanmaktadır. Oy kullanmanın bir hak olarak tanınması ve genel oy ilkesinin kabulü gibi hükümler 'Halk Egemenliği' doktrininin uygulanışıdır.
Ulu Önder Atatürk, Millî Kurtuluş Savaşı'nı; demokrasinin ideali olan millî egemenlik prensibi ile açmış ve yürümüş, dış bakımdan tam bağımsız bir devlet, içeride de halka dayanan, iktidarını halktan alan bir hükümet sistemi öngörerek, istibdadın sembolü haline gelen saltanatı, daha sonra da hilafeti kaldırmıştır. 18. yüzyıl felsefesi ve Fransız İhtilal prensiplerinin temel direği olan millî egemenlik formülünü kullanan Atatürk'ün özellikle cumhuriyetin kurulmasından itibaren 'Çoğunlukçu Demokrasi'den 'Çoğulcu Demokrasiye yöneldiğini görmemek imkansızdır. Atatürk'ün çeşitli beyanları onun 'Özgürlükçü' ve muhalefete rol ve hak tanıyan çoğulcu demokrasiye taraftar olduğunu göstermektedir. 1930'da Atatürk şöyle diyor; 'TBMM''de ve millete açık olarak millet işlerinin açıkça tartışılması ve iyi niyetli kişilerin ve partilerin görüşlerini ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir… Bundan dolayı büyük mecliste yeni bir partinin faaliyete geçerek millet işlerini serbestçe münakaşa etmesini cumhuriyetin esaslarından sayarım.'
J.J. Rousseau'nun nazariyeciliğini yapıp, Fransız devriminde Robespierre ve Saint Just gibi politikacıların geliştirdikleri 'Çoğunlukçu Demokrasi' anlayışına göre; demokrasi halk çoğunluğunun kayıtsız ve şartsız iradesine dayanan bir rejimdir. Bir 'Sayı Üstünlüğü Rejimi' olarak ortaya çıkan bu demokrasi anlayışında özellikle azınlığa yani muhalefete hak ve hürriyet tanınmaz. Bu anlayışın ilk uygulama örneği Fransa'da ihtilalden sonra Birinci Cumhuriyet Döneminde görülür. 1793-94'de Konvansiyon yönetimi kaynağını halktan alan, fakat hürriyetçi olmayan bir rejim kurmuştur, ilan edilen insan hak ve hürriyetleri kağıt üzerinde kalmış, en küçük bir muhalefete, yani azınlıkta kalanlara yer verilmemiş, çok geçmeden başlayan terör rejiminde de bu gibi kimselerin giyotin ile yok edilmelerinde bile bir sakınca görülmemiş ve bütün bunlar, Robespierre'in deyimi ile; 'demokrasi prensibi adına' yapılmıştır. Çoğunlukçu Demokrasi karşısında yer alan 'Çoğulcu Demokrasi' anlayışında da toplumun yönetimi çoğunluğun iradesine dayanır. Ne var ki, çoğulcu demokraside, çoğunluk iradesi her istediğini yapabilen mutlak ve sınırsız bir irade değildir.
Çoğunlukçu demokrasi anlayışında azınlığın hiçbir rolü olmamasına ve azınlık her zaman çoğunluğa boyun eğmek zorunda bulunmasına rağmen, Çoğulcu Demokrasi'de azınlık 'çoğunluk haline geçebilme' ana hakkına sahip olduğu gibi, bu ana hak muhalefetin gerektirdiği diğer bütün hakları da beraberinde getirir. Özetle, Çoğulcu Demokrasi 'Bağımsızlık' düşüncesi ve düzeni ile ayrılmaz bir bütün oluşturur. Ancak 'Çoğulcu Demokrasi' rejimi, kamu hürriyetlerinin gerçekleşmesini sağlayan yani 'özgürlükçü' olan ideal demokratik rejimdir.
Atatürk'e göre ; 'Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir'… 'Biz Türkler tarihimiz boyunca hürriyet ve bağımsızlığa sembol olmuş bir milletiz'… 'Hürriyetten doğan bunalımlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman, fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir.'… Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarının en kıymetli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın meydana gelebilmesi ve devam ettirebilmesi, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olması ile mümkündür.'

Halk Hükümeti

'Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar ; 'Tam Bağımsızlık' ve 'Kayıtsız Şartsız Milli Egemenlik'ten ibarettir. (M.Kemal Atatürk)

Milli Kurtuluş Hareketi ; Milletçe bir 'Kalkınma' hareketidir. Atatürk buna 'Halk Hareketi' demektedir. Değişen ve yeni kurulan düzenler arasında yaşayan, yaşamak isteyen tek unsur artık 'Millet' olduğunu göstermek isteyen Türk halkıdır. Yokolmak istemeyen ve bunun için ne gerekirse yapmaya hazır olan bu millet, doğrudan doğruya kendi içinden çıkardığı bir hükümet kurmuştur. Atatürk'ün halk hükümeti, demokratik hükümet diye adlandırdığı yapı budur. 1922 yılında şekillenen Türkiye ile birlikte, ulusal devletle beraber doğmuştur bu sistem. Misak-ı Milli çerçevesi içinde Türk olan her yer ve her şeyin sembolü olarak vücut bulmuştur.
Durum bütün açıklığı ile Osmanlı İmparatorluğu'nun son bulup, TBMM Hükümeti kurulduğuna dair Heyet-i Umumiye kararında okunur : 'Yeni Türkiye Hükümeti Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u milli dahilinde, yeni varisi olduğuna ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile hukuk-u hükümrani-i milletin nefsine verildiğinden…'

Meşrutiyet Yetmez mi?

'Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir'… 'Biz Türkler tarihimiz boyunca hürriyet ve bağımsızlığa sembol olmuş bir milletiz.'


Kaldırılan saltanatın TBMM tarafından hangi gözle görüldüğü, dünya kamuoyuna ilan edilmiştir. Yalnız, saltanat mutlaklığını yitirip gerçek bir meşrutiyet haline getirilirse acaba bu şekilde yetinilebilir miydi? Vakit Gazetesi muhabiri Mustafa Kemal Paşa'ya 10 Temmuz ile 23 Nisan, Meşrutiyetle Müdafaa-i Hukuk arasındaki farkı sormuştu bir gün. Mustafa Kemal'in cevabı çok ilgi çekicidir; 'Meşrutiyet milletin doğal olarak aradığı hürriyet havasını teneffüs ettiğini zannettiren bir harekettir. Türk Devrimi ise tamamen farklıdır. Milletin hürriyet ve hakimiyetini fiilen ve maddeten tespit ve ilan eden mesut bir olaydır'.
Mustafa Kemal fikirlerini daha da açar; 'Meşrutiyet ; Milletle müstebit bir hükümdar arasında kayıtlı ve şartlı denge arayan bir zihniyeti gerçekleştirme çabasıdır. Oysa Türk devrimi meşrutiyeti bile kafi görmez. Onunla yetinemez. Milletin yüzde yüz bağımsızlığını ister. Kayıtsız ve şartsız bağımsızlığını isteyen bir temele dayanır. Sonra Türkiye Devleti doğrudan doğruya bir meclis, bir şura tarafından idare olunur ve hep böyle olacaktır'.
Bu tanımlamada Türk Devrimi'nin karakteri ortaya çıkar. Bundan böyle Padişah- Meclis pazarlığı, ortaklaşa bir iktidar yoktur. Şura ise Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir.

Halifelik

'Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarının en kıymetli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın meydana gelebilmesi ve devam ettirebilmesi, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olması ile mümkündür.' (M.Kemal Atatürk)


Halifelik muhafaza edilince, halkçı sistem garip bir kişiliğe bürünüyordu. Bir Fransız yıllığı 1924 Türkiyesi'nin tanımında bu durumu şöyle belirtmektedir ; 'Irsi Halifeliğe dayanan Dini Demokrasi Hükümeti'
Atatürk, bu çelişkiyi tarihsel açıdan görmüştür ; 'Tarihimizin en mesut devresi Hükümdarlarımızın Halife olmadıkları zamanlardır'. Hilafet nedir? Hükümet etmek değil mi? Şimdi soruna birde mantık açısından bakalım. ' Bütün Müslüman devletlerini idare etmek isteyen bir Halife, buna nasıl muvaffak olur'. Sonuç ; 'İtiraf ederim ki, bu şartlar dahilinde beni Halife tayin etseler, derhal istifamı verirdim'. Bu sözler Mustafa Kemal tarafından 1923 tarihinde söylenmiştir. Bir yıl sonra kendisine bu teklif yapılacaktır. Hilal-i Ahmer adına Hindistan'da bulunan bir heyetin başkanı Rasih Kaplan Hoca Mısır'a uğrayarak Ankara'ya gelmiştir. İslam dünyasının özlemini dile getirdiği kanısındadır: 'Ehl-i İslam'. Atatürk'ün Halife olmasını istemektedir. Rasih Efendi'yi de bu durumu tebliğe memur etmişlerdir. Mustafa Kemal'in cevabı tarihsel değer taşır ; 'Konusu, anlamı olmayan efsanevi bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?'. Cevap aynı zamanda bir siyasal ahlak dersidir. Türk sistemi ulusaldır, beynelminelci ve teokratik olmayacaktır.

Egemenliğin Millileştirilmesi

Atatürk ilk mecliste yaptığı ilk konuşmada bu meclisin 'Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı' olmadığını hatırlatıyordu. Bu sözlerin ardında Türkiye Cumhuriyeti'nin müjdesi bulunuyordu. 1920 tarihinde milletvekili olmak bir cesaret ve vatanseverlik meselesi idi. Seçilenlerin bazıları daha meclise gelmeden istifa etmişlerdi. Birinci mecliste her meslek ve düşünceden insanlar vardı ve bir tek gayede kenetlenmiş idiler. Vatanı kurtarmak.

Atatürk'ün konuşmalarında toplanan fikirler özellikle anayasa hukuku alanında bazı gerçekleri simgeleştirecek değerdedir. Saltanatın kaldırılması, egemenliğin millete verilmesi demektir. Millet taç giymiştir. Halifelik adı ve sistemi içinde üstlenilen görevler, milletin temsilcisi olan TBMM'ye verilmiştir. Bu nakil operasyonu Milli bir devrim hareketiyle yapılmıştır.
Böylece hem hakimiyet hem de siyasal iktidar halka, millete mal edilmiş olmaktadır. Bu hamle, Hakimiyetin 'iktidar dahil' millileştirilmesidir.
28 ocak 1920 tarihini taşıyan ve Misak-ı Milli beyannamesi olarak adlandırılan beyannamedeki bağımsızlık ve milli egemenlik ilkesini şöyle özetlemek mümkündür; bu ülke üzerinde yaşayacak olan insan unsuru, yani Türk ulusunun isteği şudur; 'ulusal ve ekonomik kalkınma, modern bir idare örgütü. Bunun için de her devlet gibi gelişmenin tek koşulu 'Tam İstiklaldir'. Tam bağımsızlık devletin yaşam ve varoluşunun temeli, beyanname deyimi ile 'üssü'l-esası'dır. Devletin siyasi, adli, mali ve diğer her türlü gelişmesine konacak sınırlamalara 'külliyen muhalefet' edilecektir. Osmanlı Devleti'nin borçlarından sorumluluk kabul edilebilir fakat borçların ödenmesi milli egemenlik ilkelerine aykırı olmamalıdır.
Giriş kısmında ise beyanname iki önemli noktayı özellikle belirtmiştir; amaç haklı ve devamlı bir barış içinde Osmanlı Devleti'nin yaşamasıdır ve yukarıda özetlenen ilkeler, yapılabilecek azami fedakarlığı göstermektedir. Bundan fazlası yapılamaz.
Görülüyor ki beyanname bağımsız bir devlet için gerekli bütün unsurları gözönüne almış ve bu devletin dayanacağı ideolojik ilkeleri; ulusçuluk, ulus ve kişi hakları, demokrasi gibi ilkelerden temellendirmiştir. Bu ilkelerden hareket edildiği takdirde varış noktasının din temelli bir saltanatın canlandırılmasından tamamen farklı bir devletin kuruluşuna yol açılacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Misak-ı Milli beyannamesi aslında yeni ulusal ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş olan Türklerin akdettikleri, birlikte yaşamak üzere anlaştıkları koşulları içeren bir 'içtima-i mukavele'dir. Yeni devlet bu sözleşmenin içerdiği koşullara dayanacaktır.
Türk Milleti'nin yaşamının temel dayanağı tam bağımsızlık ve milli egemenliktir. Bu uğurda çalışan, savaşan ve can verenlerin mekanları cennet, ruhları şadolsun.
Ne Mutlu Türküm Diyene….

Doç.Dr.Yağmur SAY


Editör: TE Bilisim