Bizim mahallede zaman zaman, belediye çalışanı bir temizlik işçisi görüyorum.
Kimi zaman elindeki süpürgenin sapına dayanıp sağa sola bakınıyor. Bazen de gökyüzüne bakıyor. Kuşlara mı bakıyor, bulutlara mı bakıyor bilmiyorum.
Kimi zaman da, sokaktaki çöpleri süpürürken dilinde bir ıslık, bilinmedik bir dilde bir şarkı söylüyor kendi kendine.
Adamda bir neşe bir neşe…
Bir mutluluk bir mutluluk…
Adamdaki bu mutluluğu gördükçe, keşke diyorum, hiç okumasaydım. Mektep medrese… Hapishane gibi yatılı okullar falan…
***
Zavallı annem…
Her hacdan, umreden gelenin ziyaretine giderdi köyde.
Gittiği yerlerden beyaz tespih, hacı yağı, pet su şişesinde zemzem suyu getirirdi.
Ve sürekli şunu söylerdi:
'Ben Ömer Hoca'ya sordum…'
Annemin söyleyeceği değişmezdi hiç, yıllar boyunca hep aynı şeydi söylediği ama Ömer Hoca değişirdi.
Ömer Hoca, Kadir Hoca; Kadir Hoca, Ramazan Hoca olurdu zaman içinde.
Çünkü bizim köye bir sığır çobanı, bir de imam dayanmazdı.
Her gelen sığır çobanı da imam da köyü kısa sürede terk ederdi.
Köydeki; fakir fukaranın tarlasını, hayvanını yok pahasına elinden almakta; tarla komşusunun tarlasını adım adım kendi tarlasına katmakta; mirasçıdan mal kaçırmakta; kız çocuklarının hakkını yemekte; kız çocuklarının miras hakkını türlü hilelerle erkek çocuklarının üzerine geçirmekte uzman olan tayfa, dini konularda da uzmandı.
Atanan köy imamıyla sık sık tartışmaya girerdi bu tayfa. Öyleydi böyleydi derken…
Bu köyün imamı ben miyim sen misine dönerdi tartışma.
'Köyün imamı sensin ama benim de babam hocaydı. Dedem de müezzindi. Dedem müezzinliği ölünceye kadar kimseye bırakmadı bu köyde.'
'Eee?'
'Eeesi, imam sen olabilirsin ama biz de hoca sülalesiyiz gördüğün gibi.'
Bu tartışmaların sonu imamı önce dövüp sonra da köyden kovmakla biterdi.
Onun için annemin, konuşmasındaki imamların adı sürekli değişirdi ama konuşmasının özü hiç değişmezdi.
'Ben Ömer Hoca'ya, Hocam ben hacca gidemedim, onun yerine çocuklarımı okuttum. Onları meslek sahibi yaptım. Çocukları okutmak yerine hacca mı gitseydim yoksa, hangisinin sevabı büyük diye sordum. O da bana, sen en iyisini yapmışsın. Hacca gitmek kadar büyük sevap kazanmışsın, dedi,' diye, üstesinden gelmekte zorlandığı bir mahcubiyet içinde yıllarca anlatıp durdu bunu annem.
Ama şimdi, annemin bu sözleri aklıma geldikçe… Acaba diyorum hiç okumasak daha mı iyi olurdu.
O zaman daha mutlu bir insan olurdum sanırım.
Düpedüz bir insan…
Ne kitap, ne okuma, ne yazma…
Ne dert ne tasa…
Ne de memleket meselesi…
Kim ne yaparsa yapsın. Ne olursa olsun. Dünya yıkılsa…
Vur patlasın çal oynasın!...
***
Kafayla değil de bedenle çalıştığım bir işim olurdu, kafamı hiçbir şeye yormazdım.
Akşam eve gelir, evde aslan kesileceğim de kesin, sofranın başına oturur…
Öyle masanın hazırlanmasına yardım etme, dur salatayı ben yapayım demeler falan olmazdı…
Tıka basa yer içer…
Bedenen çalıştığım için öyle ekmeği az ye, tatlıdan uzak dur olmazdı. Onu yeme bunu içme de olmazdı…
Sonra yemek masasından kalktığım gibi mahalle kahvesine… Okey masası sayesinde bugünden daha sosyal, daha cana yakın, daha canhıraş biri olurdum.
Biraz da külhanbeyi…
Kahve kültürü de yabana atılacak bir kültür değil, langur lungur bir konuşmayla da olsa, her konuda ahkam kesecek bir bilgi birikimine de sahip olurdum.
***
Ah anne, sen yanlış kişilere danışmışsın.
Şu her konuda, sahtekarlıkta da dini konularda da bilgi sahibi yaşlı tayfaya danışsaydın…
'Büyük günah hacca gitmemek… Sat malını bana, git hacca!'
Keşke öyle yapsaydın diyorum ama…
Ne yalan söyleyeyim, yine de başka bir kişilikte olmayı, başka biri gibi olmayı düşünemiyorum.
Bu herkes için böyledir sanırım. O halde mutluluğun sırrı, olduğun gibi olmakta.
Kendini olduğun gibi kabul etmekte galiba.