Yeşim Ustaoğlu'nun filmi… Bir tür aile dramı…
Aslında aile dramının ötesinde toplumun, insanlığın dramı…
Yaşadığımız çağın eleştirisi…
***
Üç kardeş… İki kız ve bir erkek kardeş.
Üçü de kendi çıkmazında. Modern yaşamın karmaşasında kendilerini kaybetmişler.
Büyük kız kardeş; her şeyi, herkesi kontrol altında tutmaya çalışan, oğluna aşırı ilgi gösteren, onu bunaltan Nesrin.
Diğer kız kardeş, hastalıklı bir aşkın peşindeki Zerrin.
Kendisini sevmeyen, adeta kendisinden kaçan bir adama saplantı derecesinde aşık Zerrin.
Adamın peşinde oradan oraya savruluyor.
Mehmet'se erkek kardeş...
Serserinin teki. Vurdumduymaz, başıboş, sorumsuz, dağınık…
Sürekli kafayı çekmekle meşgul…
***
Bu üç kardeş, karmaşasında boğuldukları bir hayatı yaşarlarken…
Bir haber geliyor memleketlerinden,
'Anneniz ormanda kayboldu!' diye.
O zaman hatırlıyorlar, memleketlerinde unuttukları bir anneleri olduğunu!
Modern yaşamın karmaşasında, gürültü patırtısında ve üçü de bambaşka bir hayatı yaşadığı için neredeyse hiç bir araya gelmeyen bu üç kardeş apar topar bir araya gelip memleketlerine annelerini aramaya gidiyorlar.
Halkın yardımıyla arayıp buluyorlar annelerini.
Anneleri kaybolmuş…
Çünkü anneleri ileri derecede Alzheimer!
***
Annelerini çaresiz yanlarında getiriyorlar.
Öyle ihmal edilmiş ki anne…
Torunu…
Yani büyük kızın genç oğlu Murat, anneannesini görünce;
'Anne bu yaşlı kadın kim, neden bizde?' diye soruyor.
Ne acı!
***
Anne evden çıkıp gidiyor zaman zaman.
Memleketinde kaybolduğu gibi şehirde de kayboluyor.
Yol ortasına tuvaletini yapıyor.
Çocukları ise…
Kendi dünyalarıyla bile baş edemiyorlarken annelerinin gelişiyle iyice kendilerini kaybediyorlar.
Ortada kalıyor her şeyi unutmuş, dünyasını kaybetmiş, yaşlı kadın.
Bakamıyorlar ona.
***
Öyküm anlattı.
Hastanenin bahçesinde, öğlen arası dinleniyorken yaşlı bir adam yaklaşmış.
Elindeki telefonu uzatmış.
'Bana kızımı arayabilir misin, ben arayamıyorum?' demiş.
Aramış.
Seksen yaklarındaki adam, kızına;
'Annenin yanına gel, ben bakamıyorum ona; altını değiştiremiyorum, doktorların söylediklerini anlamıyorum,' demiş.
Sonra telefon kapanmış. Yaşlı adamın gözleri dolmuş.
'Başka kızın yok mu, gelebilecek biri?' diye sormuş Öyküm.
Başka bir isim söylemiş.
Başka bir isim daha…
Bir başka isim daha…
Sonra torunlarından birkaç isim…
Gelebileceğini söyleyen olmamış.
Sonra?
Sonra,
'Ben kayboldum!' demiş ağlayan yaşlı adam. Eşinin hangi serviste yattığını da bilmiyormuş.
Eşinin hastalığının ne olduğunu sormuş Öyküm.
'İçi bulandı, başı dönüp birden yere düştü…'gibi şeyler söylese de anlattıklarından yola çıkarak eşinin yanına götürmüş yaşlı adamı.
Yaşlı adamda Alzheimer başlangıcı varmış.
***
Şimdi, yaşı seksene yakın olan bu yaşlı adam ne yapacak? Kendine bile faydası yokken?...
Peki bu durumda, hasta annelerinin yanına gelmeyen, annelerine 'bakmayan' çocukları mı suçlayacağız?
Yoksa…
Birkaç hafta önce, bir zat-ı muhterem;
'Yaşlı, dul erkekler bizden şikayetçiler. Yaşlı kadınlara fazla yardım ettiğimizi söylüyorlar. Kadınların artık bize ihtiyaçları kalmadığı için evlenemiyoruz, sosyal devletin bu kadarı da fazla, diyorlar,' demişti gülerek.
Yoksa devleti mi suçlayacağız?
Yaşlısına sahip çıkamayan devleti!