Doktorlar Caddesi’nde, Kanatlı’nın orada karşıdan karşıya geçeceğim. Bir grup insanla birlikte trafik lambasının yeşil yanmasını bekliyorum.

Karşı taraftan biri el kol hareketleri yapıyor.

Kime?

Bana mı?

Tanıdığım biri değil. Üzerime de alınmıyorum.

Sağımda solumda bir sürü insan var. Onlardan birine işaret ediyor olmalı.

***

Yeşil ışık yandı. Yanar yanmaz da herkes kendini yola attı.

Tam yolun ortasında omzuma bir vuran oldu.

Manyak mıdır nedir, derken, omzuma vuran kişi koluma yapıştığı gibi neredeyse sürükleyerek geri karşı tarafa götürdü beni.

Kaldırımda,

“Yazdığınız şu yazılara bayılıyorum,” dedi. “Size bir de e-posta göndermiştim. Yazılarınızda insanların sorunlarını dile getirmenizi tavsiye etmiştim. Halkın sesine kulaklarınızı kapatmanızın doğru olmadığını yazmıştım.”

“Doğru söylüyorsunuz, tavsiyeniz için teşekkür ederim!” dedim.

Yolun karşısına yönelmiştim ki yeniden kolumdan yakaladı.

“Bırakmam,” dedi. “İki bira içelim şurada.”

Çattık belaya!

“Başka zaman!” dedim. Yeniden ileri atıldım.

“Olmaz, bırakmam!” dedi.

***

Çaresiz, düştük yola.

Yolda, nasıl yazılar yazmam gerektiğini anlattı sürekli.

Ara sokaklardaki bir birahaneye girdik.

Anlaşılan birahanenin müdavimiydi. Garsonlar onu iyi tanıyordu.

“İki bira getir bize abim,” dedi. “Yanında şöyle fındık fıstık.”

***

Ne zaman yazdığımı hatırlayamadığım yazılarımdan bölük pörçük bir şeyler anlatıyordu.

Sadece benim yazılarımdan da değil, daha birçok yazarın yazılarından, görüşlerinden, yazı yazma biçiminden söz ediyordu.

Bazı köşe yazarlarının yandaşlığına, başını kuma sokuşuna, üç maymunu oynayışına öfkeleniyordu.

“Böyle yazar olur mu abi?” diyordu. “Halkından kopuk yazar olur mu hiç? Bir yazarın halkına karşı sorumlulukları olmalı. Uğur Mumcu’lar boşuna mı suikasta kurban gitti?” diye öfkeleniyordu.

“Bir de noktayı virgülü ayırt edemeyen, yazım kurallarından habersiz, hiçbir şey okumadan yazan kör cahiller var!” diyordu.

Bu gidişle sıra bize gelecek galiba diye kaygılanıyordum.

Yazdığım yazıları, öyküleri şöyle bir hatırlamaya çalıştım.

Onun yazıya bakış açısıyla bakınca…

Beş para etmez yazılar yazıyordum.

Toplum sorunlarından uzak; içimdeki karmaşadan başka bir şeyi anlatmayan yazılar, öyküler…

“Sizin yazılarınız başka,” dedi. “Her şeye rağmen sizin yazılarınızı severek okuyorum. Nedenini bilmiyorum ama sizin yazılarınızı okumaktan zevk alıyorum.”

Şaşırdım.

Ama yine de derin bir nefes aldım.

***

Bu arada, ben önümdeki biradan daha bir iki yudum almışken o üçüncü birayı da yuvarlamıştı.

Garson çocuğa,

“Getir abim,” deyip bir iki yudumda yarım litrelik biranın dibini buluyordu.

Büyük yudumlarla içiyordu birasını. Bir dikişte bardağın yarısını içiyordu hiç nefes almadan.

Aşkla, şevkle yudumluyordu birasını.

Ne güzel, bir şeyden zevk almak, tat almak.

Keşke ben de onun gibi olabilsem; tutkuyla, aşkla yaşasam hayatı. Zevk aldığım, tat aldığım bir şey olsa hayatta.

Ama işte, kafamın içi arı kovanı gibi.

Bir karmaşa…

Bir sorumluluk duygusu…

Bir kaygı…

Bir toparlayabilsem kendimi, zihnimdeki her şeyi silebilsem bir…

İçebilsem büyük yudumlarla yaşamı…

Var olmayı, yok olmayı…

Dünyaya gelmeyi, yaşamayı, ölmeyi…

Ölüp dünyaya hiç gelmemiş gibi yok olmayı…