Bir miras kavgasında köylünün birini dövmüşler. Adam kasabadaki arzuhalciye gitmiş.
'Beni dövdüler!' demiş ve bir şikayet dilekçesi yazmasını istemiş.
'İyi' demiş arzuhalci, 'öğleden sonra gel al.'
Sonra geçmiş daktilosunun başına, usta arzuhalcinin bütün hünerlerini kullanarak, en etkili kelimeleri seçerek başlamış yazmaya.
Köylü öğleden sonra gitmiş. Arzuhalci, parmak basarak onaylamasından önce yazdıklarını baştan sona okumak istemiş. Ne yazıldığını anlamasıymış derdi. Başlamış okumaya.
Bir süre sonra köylünün hüngür hüngür ağlamaya başladığını görmüş.
'Ne oldu?' demiş.
Köylü bir yandan iki sıralı yaş döküyor, bir yandan da:
'Vay bana neler yapmışlar da haberim olmamış!' diye ağıt yakıyormuş.
Üstat Zülfü Livaneli, kendi hayatını yazınca yaşadığı duyguyu anlatmıştı bu hikayecikle.
***
7 Haziran'dan sonra yüzlerce can yitirdik ülkemizde. Yangın yerine döndü güzel ülkemiz. Terör saldırılarında verdiğimiz içimizi yakan şehitlerimiz, bombalı saldırılarla kaybettiğimiz birçoğu genç insanımız. Düşüncesi, görevi ne olursa olsun giden bizim canlarımız, bizim insanlarımız.
Medyada,özellikle sosyal medyada içi kanayan yazarlar ve insanlarımız geçtiler klavyelerinin başına ve yaşadıkları duyguları, travmaları paylaştılar başkalarıyla.
Üzüntüler, acılar, öfkeler…
Derken hakaretler, küfürler, kışkırtıcı sözcükler…
Tam da ölümlerin önüne birlik ve beraberlik ile geçilebileceği düşüncesinin olgunlaştığı şu zor günlerde yangına benzinle gidenler…
En doğal haliyle çözüm aranması gereken bu elim olaylar karşısında kışkırtıcı cümlelerle yaratılan açmazlar. Bir daha yan yana gelince yüzümüzü kızartacak en ağır cümleler.
Ben de aynı acıları yaşıyorum. Aynı üzüntüleri taşıyorum. İçim kan ağlıyor, yüreğim parçalanıyor. Aklıselim ile durmaya çalışıyorum. Sosyal medyada yazılanlara bakınca da şok oluyorum. Bazen 'Hakikaten böyle mi?' diye, beni şaşkına çeviren ifadelerle karşılaşıyorum.
Yaşanan 'sorunu çözmek mi, açmaza sokmak mı' amacımız belli değil!
***
Küçüklüğümden bir anı geldi aklıma.
Eskişehir'in ortasında Hayriye Mahallesi'nde geçti çocukluğum. O zaman tek katlı evleriyle arnavut kaldırımlarıyla mütevazi bir mahalleydi. Varsılı, yoksulu aynı sokaklarda yaşar, tüm çocuklar sokaklarda oynardık. Herkes birbirini tanır, birbirine yardım eder ve saygılı davranırdı. 'Komşunun burnuna da gitmiştir' diyerek komşu eve tadımlık yemek götürüldü, üstelik utana sıkıla.
Bizim sokakta Tatar Özcan namlı bir büyüğümüz vardı. Özcan çok alkol alır, hep sarhoş gezerdi. Her gün kaş kararırken omzunda ceketi, ayağında üzerine basılmış yumurta topuklu ayakkabıları, elinde kehribar tespihiyle sokağın köşesinden görünür;sokağa doğru uzun bir sarhoşnarası salar, mahalleyi ayağa kaldırırdı. Biz çocuklar bir köşeye siner, merakla 'Ne olacak?' diye beklerdik.
Evlerin arka avlularında bulunanindirme evlerden birinde oturan zatı muhterem Hacı Amca hızla ayakkabılarını giyer ve Özcan'ın önüne geçerdi. En tatlı yüz ifadesini takınır, en yumuşak ses tonuyla:
'Özcan, oğlum! Kim kızdırdı seni? Kim üzdü bu kadar? Gel bakalım biraz dertleşelim.' der, elinden tutardı Özcan'ın.
Özcan o külhanbeyi tavırlarından sıyrılır, küçük bir çocuk gibi Hacı Amca'ya sokulur, başını omzuna koyar; yarı anlaşılır, yarı anlaşılmaz cümlelerle bir şeyler anlatır, mahallenin bu muhterem büyüğüne adeta sığınırdı.
Hacı Amca, Özcan'ı yavaş yavaş sakinleştirerek evine götürür; gariban annesiyle birlikte yatağına yatırır, derdini dinler, biraz dil döker, sonra evine geçerdi.
Biz çocuklar da zaten alçak olan bahçe duvarından kafamızı uzatarak yaşananları büyük bir tiyatro eseri sahneleniyormuş gibi sessizce izlerdik.
Hemen her gün aynı şekilde yaşanan, içinde hoşgörü, anlayış, toplumsal birliktelik, saygı, sevgi dolu gösteriyi seyretmek için sabırsızlanırdık. Aynı sokakta yaşayan, dünyaya bakışı birbirinden farklı bu iki insanın birlikte oluşturduğu, içinde en güzel değerleri barındıran sarmal hayatı sindirir, bir hoşgörü deryasına dalardık.
Ertesi gün hava kararınca yine Tatar Özcan'ın yolunu gözler, sesini duymaya çalışırdık. Zaten Hacı Amca'nın Özcan'ı sakinleştirip kendi evine geçişi, bizim de oyun saatimizin bitişi anlamına gelir, evlerimize koşardık.
Hoşgörüyü, anlayışı, farklı olanı kabullenmeyi, empatiyi biz yaşadığımız toplumdan, sokağımızdan, komşumuzdan, aile büyüklerimizden öğrendik.
***
Gerektiğinde öldürebilecek kadar kin beslediğimiz, kanlı bıçaklı düşmanımızın evinden cenaze çıktığında; uzun süre evimizde radyo çalmayıp düşman saydığımız kişinin acısına sessizce ortak olan bir toplumduk biz!
Ne oldu bize!