2 Mart'tan itibaren 'Kademli Normalleşmeye' geçildi.

'Koronavirüs Risk Haritasında' iller vaka sayılarına göre 'mavi, sarı, turuncu ve kırmızı' olarak renklendirildi.

Eskişehir vaka sayılarına bakılarak 'sarı' renkle işaretlenmişti.

Yani 'düşük riskli iller' kapsamında idik.

Bu nedenle aylarca kapalı olan işyerleri 'yüzde 50 kapasite ile hizmet vermek' kaydıyla yeniden açıldı.

Cumartesi ve Pazar günleri sokağa çıkma yasağı kalktı.

Hepimiz 'artık özgürüz!' dedik.

* * *

Sokak kısıtlamasının kaldırılmasıyla hepimizin sanki yıllarca; 'Hapishanelerdeymişiz. Özgür değilmişiz' gibi kendimizi sokağa attık.

Parklarda toplandık.

Kafelerde maske, mesafe kurallarını unutarak uzun saatler geçirdik.

Taziye evleri kurduk, ziyaretler yaptık.

Aylarca göremediğimiz yakınlarımıza ev ziyaretlerinde bulunduk.

Hep birlikte bir masa etrafında toplanarak yemekler yedik, çay, kahve içtik.

Hatta; 'seni ne kadar özlemişim' diyerek sarılıp öpüştük.

* * *

'Koronavirüsün hala hayatımızda olduğunu' hemen unuttuk!

Ama o bizi unutmadı!

Hasta olduğumuzu bilmeden yaptığımız ziyaretler, fiziki mesafe kurallarını hiçe sayarak kapalı ortamlarda birlikte vakit geçirdik.

Bütün uyarılara rağmen öğretmenlerin aşılarını tamamlamadan okulları yüz yüze eğitime açtık.

Şehirler arası ve şehir içerisinde hizmet eden otobüs ve diğer toplu ulaşım araçlarındaki yolcu kısıtlamasını kaldırdık.

Virüse yakalananların ev dışında yaptıkları 'karantina' uygulamasına son verdik.

Böyle olunca yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlayan koronavirüs'ü uykusundan uyandırdık!

Varlığını sürdüren virüsle tam başederken yeniden etkisini artırdı.

* * *

Peki suçlu kim?

Elbetteki başta biz, yani vatandaşlar.

Kurallara harfiyen uymuş olsaydık bir ay önceki kısıtlamaların yeniden gelmesine neden olmazdık.

Sadece biz mi suçluyuz?

Elbetteki hayır.

Hükümette suçlu.

1 Mart öncesinde uygulanan sıkı tedbirler mart ayının sonuna kadar devam ettirmiş olsalardı vaka sayısı artmayacaktı.

Niyet iyi fakat halkımızın kurallara uymayacaklarını tahmin etmeleri gerekirdi.

* * *

Artık iş işten geçti.

Kırmızıya boyandık.

Başa döndük.

Hafta sonları sokak kısıtlamaları yeniden başladı.

Önümüz Ramazan.

Ramazan'da lokanta, restoranlar, kafeler, ayaküstü yiyecek içecek işyerleri kapanacak.

Lokanta ve restoranlar sadece paket servisleri yapacaklar.

Bu iyi oldu.

Zaten lokanta ve restoranların büyük bölümü kapatıyordu.

Yaklaşık 1,5 ay sürecek kısıtlamalar sayesinde yaygınlaşmasına izin verdiğimiz virüs belasından tamamen olmasa da kurtulmuş oluruz.

Bu arada aşılamada hız kazanır, mayıs ayı sonuna kadar en azından toplumun yarısını aşılayabilirsek yaz aylarını daha özgür geçirebiliriz.

* * *

MISIR EKİMİ GİDEREK AZALIYOR

Pazartesi günü ES TV'deki programımı tamamlayıp hem orta ölçekli çiftçilik yapan hem de ticaretle uğraşan bir arkadaşıma ziyarete gittim.

Sohbet sohbeti açar derler ya.

Ordan buradan derken konu dönüp dolaşıp çiftçiliğe geldi.

Mahmudiye ilçesi sınırlarındaki tarlasına 4 yıldan beri mısır ekiyordu.

Geçen yılda ekmişti.

'Bu yıl mısır ekmedim. Onun yerine buğdayı tercih ettim' dedi.

Neden ekmediğini sordum ve ülkemizde ciddi bir mısır açığının olduğunu söyledim.

* * *

Yarasına tuz basmışım!

Başladı anlatmaya.

Kendisini dinledikten sonra 'yüzde yüz haklısın' dedim.

İsmini vermeyeceğim.

'Vay efendim sen hükümeti nasıl eleştirirsin' derler diye başına iş açmayayım.

Neden ekmediğini şöyle anlattı.

'Mısır çok emek istiyor. Geçen sene bu aylarda hafiften bir gübre atmam gerektiği için gübre satan arkadaşımdan elim müsait olduğunda parasını öderim diye gübre aldım. Aradan bir ay geçti parasını ödemek için gittiğimde 10 bin lira olduğunu görünce şok oldum. Birde arkadaşım bana indirimli fiyattan vermesine rağmen. Ardından ikinci ve üçüncü gübreleme var. Bol su isteyen mahsul. Sulama yapmak için elektirik hattı çektirmek gerekiyor. Bu da ayrı bir masraf. Sulamaya başladığımda kuyudan elektirkle su çekiyorum. O da ciddi para tutuyor. Söküm için araç kiralıyorsun. Ona da büyük para ödüyorsun. Bütün masrafları çıktıktan sonra elime kalan para 20 bin lira. Bir yıl emek sarfettim. Geceleri tarla suladım. Günlerce tarlada kaldım. 20 bin lira karla bir yıl emek çekilir mi? Oysaki devlet üretciye ucuz gübre tahsis etse. Kullandığımız elektirk fiyatı tarifesini düşürse mısır ekmeye devam edeyim. Bu nedenle yaptığı masrafın karşılığında eline kalan paraya bakan üreticiler artık mısır ekmekten vazgeçtiler. Ülkemizde mısır açığı olduğu için devlet mısır ithal ediyor ve ülkemizin dövizini mısır almak için harcıyoruz. Elimize kalan kar bizi tatmin etse mısır ekiminden kimse vaz geçmez. İşte bu nedenle mısırda bile dışa bağımlı haline geldik.'

* * *

'Peki mısır yerine buğday ekmişsin. Buğday'dan kazanç mısıra oranla daha mı iyi?' diye sordum.

'Bu yıl ilk defa buğday ektim. Mısır'a göre bakımı hem kolay hem de çok masraflı değil. Benim tarlam büyüklüğünde buğday eken üreticiler benim mısırdan elde ettiğim karın üç mislini etmişler. Hem de daha az masraf ederek' dedi.

* * *

Üreticilere 'şu kadar destek veriyoruz' diyorlar ya.

Peki o destekler kimlere nasıl yapılıyor?

Mısır eken arkadaş; 'devlet bana ucuz gübre, ucuz mazot ve sulamada kullandığım elektriği ucuz tarifeden verse mısır ekmeye devam ederdim' dediğine göre devletin verdiği destek yetersiz.

Üretici mısır'dan para kazanamayıp ekmekten vazgeçiyorsa devleti yönetenler; 'biz nerde yanlış yapıyoruz da mısır açığını kapatamıyoruz?' diye düşünmeliler.

Yoksa gelecekte ülke olarak mısır da tamamen dışa bağımlı duruma düşebiliriz.

'AKP iktidarı çiftçinin halini görmezden geliyor'

Tam yazımı tamamlarken CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer'in göndermiş olduğu maili gördüm.

Okuduğumda yukarıda arkadaşımın anlattıklarına benzer sorunları gündeme getirmiş.

'Tarımda son 30 yılın en sorunlu dönemi yaşanıyor'

Gürer, ithalata dayalı bir politika izleyen AKP iktidarının tarımı, yurtdışında birilerinin dayatması ile belirlenen bir sistemi dönüştürdüğünü belirtmiş.

'Çiftçi tarımdan uzaklaştırılıyor, ekim alanları daralıyor. Tarımsal ürünlerin yanı sıra tohum, ilaç, gübre ve yem ithal. İthale bağlı tarım politikası sürdürülemez. Böyle giderse ithal edecek ürün de bulamayabiliriz' diye hükümeti uyarmış.

TARIMDA YAŞANAN SORUNLAR

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, tarımda yaşanan sorunlara ilişkin yaptığı değerlendirmede, üreticilerin yaşadığı mağduriyet, artan girdi maliyetleri, toplulaştırmada yaşanan sorunlar, çiftçi borçları ve ürünü elinde kalan üreticilerin beklentilerine yönelik sorunları da gündeme getirmiş.

ÜRETİCİ DE TÜKETİCİ DE MAĞDUR

Gürer'in göndermiş olduğu mailin sonunda şunlara vurgu yapmış:

'Çiftçilerin ürünleri değer bulmuyor ancak ne yazık ki üretici de pahalıya ürün almak zorunda kalıyor. Bu konuda siyasi iktidarın bir düzenleme yapması gerekiyor ama AKP iktidarı 18 yıldır uyguladığı yanlış tarım politikasıyla, Türkiye'de tarımı çökertti. Tarımla ilgili sorunlar kat kat arttı. İktidarın çiftçi ve besici açısından ortaya çıkan sorunları çözmeye yönelik yeterli bir çabası bile yok'.

* * *

Tekrar ediyorum devleti yönetenler bu eleştirilere kulak vererek, tarımda yaşanan sorunların giderilmesi için yeni bir düzenleme yapmaz ise yakın gelecekte üreticiler tarımdan para kazanamadıkları için tarlalarını ekmekten vaz geçebililer.

* * *

Pırlanta

Vaktiyle zengin bir kuyumcu, yıllarca yanında yetiştirdiği çalışanını imtihan etmek ister.

Onun eline iri bir pırlanta verip; 'Oğlum bunu al, önüne gelen esnafa göster. Kaç para verdiklerini sor. En sonra da bir kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir' der.

Çalışan elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve; 'Şunu alır mısınız?' diye sorar.

Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir sonra:

'Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın' der.

Çalışan, teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur.

Üçüncü olarak semerciye gider: 'Buna ne verirsiniz?' diye sorar.

Semerci şöyle bir bakar, 'Bu der benim semerlere iyi süs olur. Bundan 'kaş' dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.'

Çalışan en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. 'Bu kadar büyük pırlantaya nereden buldun?' diye hayretle bağırır ve hemen ilave eder.

'Buna kaç lira istiyorsun?' diye sorar. Çalışan, 'Siz ne veriyorsunuz?' der.

Kuyumcu: 'Ne istiyorsan veririm.'

Çalışan, 'Hayır veremem' diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:

'Ne olur bunu bana sat. Dükkanımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.'

Çalışan emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Patronun yanına dönen çalışan büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır.

Kuyumcu Patron sorar: 'Bundan ne anladın?'.

Çalışanın verdiği cevap çok doğrudur:

'Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir'.

- - - - - - - - - - -

Uzun lafın kısası; ne paylaşıyorsanız…Bilginiz, sevginiz, duygularınız, zamanınız, hayatınız, eşyalarınız her ne ise, onun değerini bilen kişiyle paylaşın. Çünkü o zaman sizin için değerli olan, onda da değerini koruyacaktır.

(alıntı)* * *