Gazi Umur Bey (1334-1348)'in bilime çok önem verdiği bilinmektedir. Örneğin İbn Baytar'a ait tıp kitabı Kitabü'n-Nübüvve Ahkam-ı Tıbb, Umur Bey'in isteği ile Türkçeye çevrilmiştir. Bu eserdeki bilgilere bakılacak olursa; Beylikler döneminde beslenme kültürü oldukça yüksektir. Hayvanlardaki organların besleyici özellikleri geniş bir biçimde incelenir. Diğer önemli bir isim de Hacı Paşa'dır. Hacı Paşa, İsa Bey döneminin önemli doktorlarından biridir. En önemli eseri Şifaü'l-Eskam ve Devaü'l- Âlam'dır. Bu eser İsa Bey'e ithaf edilmiş ve tıp eğitiminde de kullanılmıştır. Bunların yanında Sinoplu Mü'min'in Zahire-i Muradiye isimli Türkçe bir tıp kitabı vardır. Ayrıca 2. Murad adına Miftahü'n-Nûr ve Hazainü's-Sürûr adlı eser de 1468 tarihinde Amasyalı Sabuncuoğlu Şerefeddîn b. Hacı İlyas'ın okuduğu kitaplarla tecrübelerine dayanarak 17 bölüm üzerine oluşturduğu tıp kitabı dahili ve harici tedavi yollarını göstermektedir. Bunun yanında Ahmedî'nin H.800-M.1397 tarihinde yazdığı Müntehab-ı Şifa adlı eseri Türkçe yazılan ilk hıfzıssıhha kitabı olarak bilinmektedir. Sinoplu Mükbelzade Mü'min'in Kitabü't-Tıbb adlı eseri de Türkçe ilk tıp şerh kitabı sayılmaktadır. Sinoplu Mü'min'in göz hastalıklarından bahseden Miftahü'n-Nûr ve Hezainü's-Sürûr adlı eserleri de önemlidir.
Hasan Efendi, Bursa'da yapılan Darü't-Tıbb'ın yani ilk Türk Tıp Okulu'nun hocasıdır. Bu okul eski tıp okullarının büyük bir bölümü gibi hastahane içinde kurulmuştur. Bunun yanında Şeyhî adıyla tanınan Yusuf Sinan Kirmiyanî 1400'lü yılların başlarında Türk şairlerinin en tanınmışlarından olduğu gibi aynı zamanda göz hastalıklarında da uzman bir hekimdir. Künzü'l-Menafi' fi Ahvalü'l-Emzece ve't-Tabayi' adlı bir tıp eseri de vardır.
Akşemseddin adıyla tanınan Muhammed b. Hamza, tasavvuf ulemasından olduğu kadar önemli de bir hekimdir. Maddetü'l-Hayat ve Kitabü't-Tıbb adlı eserleri önemlidir. Bundan başka Ahi Ahmed Çelebi'nin Risale-i Hesatü'l-Kes ve'l-Mesane isimli eseri bulunmaktadır. Altuncuzade, hayvan, bitki ve tıp ilminde çok önemli bilgileri olan bir kişidir. Kaysûnizade Bedreddin ise 10. yüzyılda tanınmış Türk tabiplerindendir. Ayrıca Nida'î yine bu yüzyılın Türk hekimlerindendir. Menafiü'n-Nas ve Tebabet-i Beşeriye ve Baytariyye isimli eserleri bilinmektedir. Harzem Selçukluları döneminde İbn-i Sina'nın hocası tabip Curcanlı Ebu Sehil Mesîhî'nin yazdığı Zahire-i Harzemşahiyye adlı eser de son derece önemlidir.
15. yüzyılda yetişen ünlü Türk tabipleri Ömer Şifa'î ile Vesim Abbas, Şanizade Ataullah'ın eserlerine karşın Türkiye'de tababet 15. yüzyıla kadar eski İslam tababetinin bilgileriyle hareket etmiş, bu yüzyıldan itibaren Batı'da gelişen yeni tababete yönelindiği anlaşılmaktadır.
Cengiz İmparatorluğu'nun son dönemlerinde İlhanlıların kurdukları büyük devlette de tıbba geniş ilgi gösterilmiştir. 1305'de Olcayto Sultan Mehmed Hüdabende, 'Sultaniyye' adıyla kurduğu şehre, eczahane ve diğer yan üniteleri ile tam bir hastahane ve bir medrese yaptırmıştır. 1308'de Olcayto Mehmed'in haremi Yıldız (Ilduz) Hatun'un kölesi olan Amber b. Abdullah, Amasya'da bir tıp okulu ve daha sonra da akıl hastanesi olarak kullanılan (1875) bir hastahane yaptırmıştır. Yetiştirdiği hekimler arasında Hilmi, Merzifonlu Atûfî, Şükrullah Mehmed b. Lütfullah, Aktar Baliğ, Kastunce, Esar Bali, Hacı Mahmud, İsmail İbrahim, Mehmed Halife, Abdullah, Mustafa Ebu Bekir, Yusuf Halife, Hafız Emin Mehmed Efendi bilinenlerden bazılarıdır. Burada eğitim Türkçe yapılmıştır. Bu hastahane hekimlerinden Sabuncuoğlu Şerefeddin b. Ali 1465 tarihinde zamanının ileri tababetini gösteren Kitabü'l-Cerrahiye-i İlhaniye isimli eseri yazmıştır.

Osmanlı Tıbbı ve Tıbbî Eserleri
Osmanlı tıbbı, İslam ve Selçuklu tababetinin bir devamıdır. Yani onlar gibi İslami, Doğulu ve klasik bir görüntü sergiler. İslamın tababete verdiği özel önem sebebiyle Doğu'da felsefeden ayrılan ilk bilim alanı Tıp olmuştur. Bunun yanında İslam tababeti de eski Yunan daha doğrusu Hipokrat Tababeti'nin bir devamı olarak başlangıçta laik bir tababettir. Ancak zamanla Hipokratizmin esası olan 'Tecrübe' ve 'Müşahede' (Observation), sona ermiş ve 13. yüzyıldan itibaren de Razî (850-932)'ler, İbn-i Sina (970-1037)'lar, İbnü'r-Rüşd (1105-1198)'lerin ortaya koydukları kurallar ve getirdikleri yenilikler sebebiyle zamana hükmetmişlerdir. Hatta 16. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa'nın ünlü tıp okullarında bu Türk ve İslam değerlerinin yöntem ve eserleri Latinceye aktarılarak Roma ve Venedik gibi merkezlerde basılan eserleri okutulmuştur. Bu anlamda Hipokrat'tan sonra dünyanın en büyük klinikçisi olan Razî'nin eserleri özellikle anılmalıdır. Özetle bu dönemlerde Doğu ve Batı düşüncesini kesin hatlarla birbirinden ayırmak çok da mümkün değildir. Ancak daha sonra ortaya çıkacak olan 'Rönesans' bu iki dünya arasında Doğu'nun aleyhine derin bir uçurum oluşturacaktır.
Skolastik eserlere ve İslam medeniyetine sırtını dönen Avrupa bir süre duraklamışsa da bunu takiben 'Tecrübe' ve 'Müşahede'nin ışığında kısa zamanda uzun mesafeler katetmiş ve Vesale'lerin, Paracelse'lerin ve Ambroise Pare'lerin müjdelediği Rönesans doğacaktır. 14. yüzyılda İtalya'da başlayan Rönesans 15. yüzyılda bütün Avrupa'yı sarar. Bununla birlikte 16. yüzyılda bile her zaman klasiklerle Rönesans'ın bu genç fikir ve kalem erbabının eserleri bir süre daha yan yana yürür. Ancak bu durumda dahi genç bir kimya profesörü olan Paracelse, 1527'de Bale'de ilk dersini verirken gençlerin huzurunda bütün klasik eserleri yığınlar halinde yakmış ve şöyle haykırmıştır; 'Tababet ölmüştür. Tababeti ben kuracağım.' Bu sözleriyle hekimin klasik kitaplara değil, 'Tecrübe' ve 'Müşahede' ye önem vermesi gerektiğini vurgulamıştır.
Böylece Doğu ile Batı'nın karakterleri tamamıyla ayrılmaktadır. Yeni bilgilere bütün kapılarını kapamış ve düşünce yeteneğini kaybetmiş, ancak ve ancak hocasının dediklerini nakleden Doğu gerilerken, buna karşılık bütün yeniliklere kucağını açan, eskiyi hareket noktası olarak alan, yalnız ve yalnız 'Tecrübe' ve 'Müşahede' ye değer veren metodik bir Batı tıbbı oluşmaya başlayacaktır.
Bütün bunlara rağmen, daha yüzyıllarca Doğu'yu ayakta tutan ve zaman zaman da önemli çıkışlar yapan yine o Doğu düşünce gücüdür. Örneğin ; 1389'da Geredeli Türk hekim Muradoğlu İshak, çekildiği Arkıt Dağı'nda Havasü'l-Edviye isimli eserini Türkçe olarak yazabilmiştir. 1453'de İstanbul'u fetheden Fatih, kılıç kadar kalemin de başarısının gerekliliğini bilerek Ayasofyadaki rahip odalarıyla Zeyrek Manastırı'nda derslere başlanılmasını emretmiş ve böylece de İstanbul Üniversitesi'nin temelleri atılmıştır. (Devam Edecek).