Üstat kırk yıl yazı yazdı.
Şehrinin reklam panolarına fotoğrafları asıldı.
'Kırk yıllık köşe yazarı,' diye yazıldı fotoğraflarının altına.
Ne var ki fotoğrafta bile iki yakası bir arada değildi üstadın.
Yakasının biri aşağı biri yukarı bakıyordu.
Bunun üzerine o da,
'Kırk yıllık kani, olur mu yani' diye yazdı.
***
Şehrinin meşhuruydu üstat.
'Ulusal bir gazetede yazsaydı tüm ülkede meşhur olurdu,' diyenler de oldu.
Üstat bunu duymadı ama.
Çünkü o günlerde üstat 'rahmetli' olmuştu.
Hakkındaki bu saptamayı duysa, bunun bir önemi olur muydu?
Olmazdı.
O sadece yazıyordu.
Onunki aşktı. Kırk yıllık bir aşk.
Yazıya duyulan kırk yıllık bir aşk!
Yazı da ona aşk duymuş muydu?
Hayır!
Çünkü peşinden gittiği yazı; kızıl saçlı, ela gözlü vefasız bir yosmaydı.
Bizim üstat gibi kaçını parmağına dolamıştı.
***
Bunu nasıl başardı üstat?
Şehrinden dışarı çıkmadan, yerel gazetelerde kırk yıl yazı yazmayı nasıl başardı?
Ara sıra, şehrin belediye başkanları, bürokratları…
Trafik ışıklarının kaç dakikada bir değiştiği…
Şehrin kanalizasyon, trafik, su sorunu…
Şehrin futbol takımı…
Futbol takımının yaptığı transferler…
Havaların soğuması, ısınması üzerine günü kurtaran sıradan yazılar yazdığı da oldu ama daha çok, zevkle okunan güzel yazılar yazdı üstat.
Hele o, tarihin ünlü düşünürlerinden yaptığı, yazılarını süsleyen şaşırtıcı alıntılar…
On yedinci yüzyılın ünlü filozofu Descartes'ten…
Milattan önce dördüncü yüzyılda yaşayan Aristoteles'ten…
Platon'dan, Sokrates'ten, Konfüçyüs'ten…
Bu alıntıları, günümüzde pek çok kişinin yaptığı gibi internetten kopyalayıp yapıştırdığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Çünkü üstat, hiç internet kullanmadı. Ne bilgisayarı ne de internete bağlanacak bir cep telefonu vardı.
Sık sık bozulan tuşlu bir cep telefonu vardı sadece.
Yazılarını da hayatı boyunca, ölümünden sonra şehir müzesine kaldırılan daktiloyla, üçüncü hamur saman kağıtlara yazdı.
O zaman, yazılarında kullandığı, yüz yıllar önce yaşamış düşünürlere ait bu sözleri nereden alıyordu?
Okuduğu kitaplardan mı?
Ne yazık ki kitap okuma alışkanlığı da yoktu üstadın.
Yazı yazmaktan geriye kalan zamanlarda kitap okumak yerine; şıracı, bozacı ve bir de kör piyangocuyla anastra oynamayı tercih ediyordu.
Ama üstat iyi bir gazete okuyucusuydu.
Her sabah, ilk işi, yakındaki gazete bayiine gidip o günün bütün gazetelerini satın almak oluyordu.
Anlatmıştı; yeni taşındığı mahalledeki gazete bayii, o kadar gazete satın alınca üstat,
'Hangi apartmanın kapıcısısın sen?' diye sormuştu ona.
Bütün gazeteleri satın almasına gerek olmadığını, interneti olan bir cep telefonu alıp gazetelerin hepsini internetten okuyabileceğini söylediğimde,
'Para vermeden okumak olur mu yahu!' diye beni ayıplamıştı.
***
Üstadın gösterdiği, kırk yıl boyunca güzel yazılar yazma mucizesinde zekasının, yeteneğinin, yazıya karşı duyduğu o çılgınca aşkın rolü büyük ama…
Yine de yetersiz imkanlarla, dar bir alanda, yerel gazetelerde kırk yıl yazı yazmayı başarmak…
Ne sabır ama… Ne azim!
Ne büyük bir başarı... Hele ki benim, özellikle sabahları yataktan kalkınca başımı avuçlarımın arasına alıp; anlamsızlık, saçmalık, hiçlik duygusuyla okumayı, yazmayı, her şeyi bırakma isteğim düşünülünce.
Diyelim ki ben de üstat gibi kırk yıl okumaya, yazmaya devam ettim.
Ne olacak?
Hiç!