Sigarayı on beş yıl önce bırakmasına rağmen, yetmiş sekiz yaşında KOAH'a yakalanmıştı babam.
Yani sigara içtiği günlerde peşine düşen, kendisini yıllarca sinsi sinsi takip eden KOAH'ı kandıramamıştı,
'Ben sigarayı bırakalı çok oluyor!' demekle.
Son üç yılını zorlukla nefes alarak, buna bağlı sıkıntılarla geçirdi.
Bu son üç yılın bir yılını da harala gürele çalışan bir solunum cihazına bağlı kalarak yaşadı.
Neredeyse günde yirmi saat o cihazdan solunum desteği alması gerekiyordu.
Öyle olunca hayatının son günlerinde zamanının çoğunu yatakta, ara ara uyuyup uyanarak, ara ara zamanı; akşam mı sabah mı, gece mi gündüz mü karıştırarak geçirdi.
Ama bizi, sekiz çocuğunu hiçbir zaman karıştırmadı…
Yanına vardığımda doğrulup yatağında oturur, solunum cihazından burnuna uzanan ince hortumu burnundan çıkarıp atar, cihazı göstererek;
'Şunu bir kapat!' derdi öfkeyle, bıkkınlıkla, kahırla…
Ve biraz da, yıllarca, bitenin ateşiyle diğerini tutuşturarak peş peşe sigara içmiş olmasının pişmanlığıyla…

***

Sonra karşılıklı oturarak kahve içip sohbet ederdik.
Yazı yazıyormuşum gibi özenle, tutkuyla sohbet ederdim onunla.
Her şeye rağmen bazen hafif gülümsemelerle, bazen kahkahalarla tadına varılan; hafif takılmalarla, fıkralarla, kıssalarla, anekdotlarla ilerleyen bir sohbet…
Bir gün de,
'Bütün bunları, okuyup durduğun şu kitaplardan öğrendiğini biliyorum!' demişti.
O zaman, el çabukluğu fark edilen hilebaz bir sihirbaz gibi hissetmiştim kendimi.

***

Belki oradan gelen bir alışkanlık…
Belki de babamla sohbet etmeyi özlediğim için; çok az konuşan, neredeyse hiç konuşmayan biri olmama rağmen yaşlılarla konuşmayı seviyorum.

***

Çarşıda, cadde kenarında yaşlı bir adam…
Yaşı yetmiş beşle seksen arasında…
Tükenmez kalem, çakmak, tırnak makası, yara bandı falan satıyor.
Önünden her gelip geçişimde, kendi kendime;
'Bu kadar alışveriş merkezi varken gerçekten de birileri durup bu adamın sattığı bu ıvır zıvırlardan satın alıyor mu, gerçekten de bu adam bu işten para kazanıyor mu?' diyordum.

***

Yine oradaydı.
Hava da öyle soğuktu ki…
Üzerinde sadece ceket vardı. Kaban falan yoktu. Titriyordu.
'Bir lira, bir lira… Ne alırsan bir lira…'
Bu kez geçip gitmedim, durdum önünde.
Bir şey almak istedim ondan.
Biraz da onunla konuşmak…
'Her şey bir lira mı?'
'Bir lira.'
'Bir lira bir lira hayat mı olur?'
'Olmaz ama… Ne yapalım?'
'Alan oluyor mu bari?'
'Kalabalık olursa beş on satılıyor işte.'
'Ver bana oradan bir paket yara bandı. Her eve lazım…'
Hemen uzattı, çantadan yaptığı tezgahından.'
'Aldık ama bozuk paramız var mı bakalım,' dedim, cebimdeki bozuk paraları ararken.
'Büyük para değilse bozarım,' dedi.
'Ya bozduracak param da yoksa!' dedim.
'Canın sağ olsun, hiç vermesen de olur.'
'Yapma ya! Bak böyle demesen param olduğu halde geri bırakacaktım yara bandını,' dedim.
Kabanımın cebinde elimde tuttuğum bir lirayı cebime geri bıraktım.
Cüzdanımdan beş lira çıkarıp verdim.
'Üzerini vermene gerek yok,' dedim.
'Olmaz,' dedi. 'Sadece bir lira!'
Dört lira para üstünü kabanımın cebine koydu…

***

Doğrusu biraz utandım.
Bahşiş verir gibi, üstü kalsın falan…
Bir taraftan da,
'Ne güzel,' dedim. 'Hayatını bir lira bir lira kazanan dürüst insanlar da var bu ülkede…'