Bazen işte insanın canı hiçbir şey yapmak istemiyor.
Hiçbir şey gelmiyor içinden.
Yazı yazmak bile…
Yazacağımızı yazdık zaten.
Daha ne yazalım?
Yazdık!
Güncel olandan kaçınsak da neredeyse her konuda yazdık.
Kimi zaman da öyle kişisel, öyle özel şeyler de yazdık ki...
Ne bileyim işte…
Ne diyordu, 'İnci Küpeli Kız'da, ressamın karısı; ressamın genç, güzel modeline?
'Efendinin fırçası yüreğinin derinliklerine dokunabildi mi?'
Bilmiyorum işte…
Birilerinin yüreğine dokunabildik mi yazdığımız onca yazıyla?…
Hiç sanmam.
İnsan yüz yıl gençlik yaşamalı bu dünyada.
İnci Küpeli Kız'la karşılaşabilmek için…
Oysa…
Oysa ne de çabuk bitip tükeniyor insan ömrü.
Hele gençlik, parmaklarının arasından kum taneleri gibi akıp gidince…
Ha yaşamışsın ha yaşamamışsın.
'Kapıya konacak şey değil yaşlılık!' diyordu babam.
Henüz yaşlı sayılmayız ama…
Ama yine de insan hissediyor, kırkından sonra saz çalmaya kalkışmanın saçmalığını.
Hatta biraz da aptallığını…
Ve hatta biraz da enayiliğini…
Yalnız saz çalmanın mı?
Pek çok şeyin…
Gençliğinde heyecan duyduğun…
Sana heyecan veren pek çok şey…
Heyecanı bırak, saçma gelir.
Şimdiki aklım alsa mesela…
Bulaşır mıydım hiç bu yazı işine?
Hele oradan oraya taşıdığım onca kitap?…
Ne olacak onlar?
Sonunda, hurda kağıt olarak…
Her neyse.
Olan oldu.
Giden zaman geri gelmez.
'Keşke' demenin de 'şimdiki aklım olsaydı' demenin de bir faydası yok artık.
En iyisi…
İçimizden yazı yazmak falan da gelmediğine göre…
En iyisi şiir okumak.
'Nazım Hikmet'in, 'Masalların Masalı'ndan bir iki bölüm kafi.
'Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...'