Salgın, bir yandan insan yaşamını tehdit ederken bir yandan da 'suskunlaşan' toplumda neredeyse artık doğal kabul edilen eşitsizliklerin, üretim süreçlerinde daha da acımasızlaşan 'sermayenin emeği sömürerek hayatta kalma' girişimlerinin üzerlerindeki perdeleri kaldırdı ve gerçekleri daha görünür kıldı.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), geçtiğimiz günlerde 2020 yılına ilişkin Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçlarını açıkladı.
YOKSULLUK VE YOKSUNLUK…
Yoksulluk kabaca, varlığımızı sürdürebilmek için gerekli olan asgari gelir düzeyinin altında bir yaşam uğraşı olarak tanımlanırken; yoksulluğa toplumsal ve siyasal açıdan da bakmayı gerekli kılan 'yoksunluk' sorunlarını da beraberinde getiriyor. Bu nedenle yoksulluğun sadece gıda yoksulluğundan ibaret olmadığını unutmayalım.
2020 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması analizlerinden çıkan sonuçlar 'birçok toplumsal soruna uygulandığı gibi' yine Türkiye'nin 'puslu, karanlık ve derin vadilerinde(!)' yaşanan tartışmaların gölgesinde kaynatılıp gidiyor.
YOKSULLUK YAYILIYOR!..
2019 yılı araştırmasında Türkiye'de yoksul sayısı 17,2 milyon idi. 2020 araştırmasında ise yoksul sayısı 18 milyona ulaşmış. Bu sonuçlara henüz salgının etkisiyle ortaya çıkan ekonomik sıkıntıların yansımadığını belirtelim.
Bazı verilere göre, 2020 yılında 6 milyona yakın yurttaşımızın işini kaybettiğini ya da ciddi gelir kaybına uğradığını düşündüğümüzde yoksulluğun giderek yayıldığını üzülerek görüyoruz.
Yayımlanan verilere göre, en zengin %5 ile en fakir %5'in ortalama gelirleri arasındaki farkın her yıl daha fazla açılması yaygınlaşan yoksulluğun daha da derinleştiğinin göstergesi olarak kabul ediliyor.
Sosyal devleti yöneten siyasi iktidarların öncelikli görevi gereği 'azalması gereken' yoksul fertlerin oranının son yıllarda artması, yoksulluğun giderek kalıcı hale geldiğini de gösteriyor.
SORUN KAYNAK KITLIĞI DEĞİL!..
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yoksulluk, savaş sonrası yeniden yapılanan devletin karşısına çıkan kaynakların yetersizliği ile açıklanabilir. Ancak, günümüzdeki yoksulluğun kaynak kıtlığından değil; kaynakların yanlış kullanımı ile gelirin adaletsiz dağılımını sürdüren sistemden, siyasal yönetim hataları ve kamusal savurganlıktan kaynaklandığı ortadadır. Durum böyle olunca, gittikçe 'yayılan, derinleşen ve kalıcı olmaya başlayan' yoksulluk sorununu; insan hakları, demokrasi, sosyal devlet, ekonomik sistemler, kaynakların kullanımı ve gelir dağılımı gibi çok yönlü kavramlarda yaşanan 'yoksunluklarla' birlikte düşünmeliyiz.
ÜNİVERSİTE MEZUNU YOKSULLAR!..
TÜİK'in 2020 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması'nda en dikkatimi çeken ve oldukça da üzen gelişme, yükseköğretim mezunu kişiler arasında yoksulluğun son 15 yıldaki hızlı yükselişi oldu.
Araştırma verilerine göre, 2006 yılında %1,3 olan yükseköğrenim görmüş kişilerdeki yoksulluk oranı 2020 yılı itibarıyla % 5.1'e ve 538 bin kişiye yükselmiş.
Yakın geçmişimize kadar üniversite eğitimi yapmak yoksulluktan kurtulabilmek için önemli bir çıkış kapısı ve 'Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyetin' önemli kazanımlarından sadece biriydi. Ancak görünen o ki, gittikçe derinleşen yoksulluk bu kapıyı da artık umut kapısı olmaktan çıkarıyor.
PORSİYONLARI KİM KÜÇÜLTMELİ?
TÜİK verileri, ülke nüfusunun yaklaşık üçte birinin aşırı yoksulluk koşullarında yaşamını sürdürdüğünü ve gelir dağılımındaki uçurumun son 11 yılın en yüksek değerlerine ulaştığını belgeliyor.
2020 yılında Türkiye'de en yüksek gelire sahip yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay, geçen yıl artarak yüzde 47,5'e yükselirken, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay ise azalarak yüzde 5,9'a geriledi.
Bu veriler toplam gelir pastasının paylaşımındaki adaletsizliğin büyüdüğünü, 'insanca ve hakça bir düzenin' kurulamadığını gösteriyor.
Bu durumda önce kimlerin 'porsiyonlarını küçültmesi' gerektiği gayet açık değil mi?