Bazı oyunlar vardır; yalnızca bir hikâye anlatmaz, varoluşsal bir durumu yaşatır. Night in the Woods tam olarak böyle bir oyun.

Üniversiteyi yarıda bırakıp memleketine dönen bir kedinin gözünden anlatılan bu hikâye, sevimli görünen yüzeyinin altında karanlık, dokunaklı ve gerçek bir dünya barındırıyor. Mae Borowski’nin hikâyesi, aynı anda hem çok kişisel hem de kolektif bir kuşağın hikâyesi.

Mae, kaybolmuş bir genç. Ne tam bir yetişkin, ne de bir çocuk. Ne bir yerlere ait, ne de tamamen dışlanmış. O, boşlukta süzülen bir karakter. Ve oyun boyunca onunla birlikte biz de o boşlukta sürükleniyoruz. Possum Springs isimli küçücük, gri kasaba ise bir karakterden farksız. Bir zamanlar işçi sınıfının umutla dolu olduğu ama şimdi yavaş yavaş çürüyen, kapanan mağazaları, iflas eden madenleri ve geleceksiz sokaklarıyla yalnızca bir mekân değil, kaybolmuş bir rüya adeta.

Ama Night in the Woods’un en çarpıcı gücü, yüzeyin altını sabırla kazıması. Mae’nin kasabaya dönüşü sadece nostaljik bir yolculuk değil. Aynı zamanda kaçış. Oyunun ilk saatlerinde basit bir “gençlik hikâyesi” izlenimi yaratsa da ilerledikçe depresyon, anksiyete, aile çatışmaları, ekonomik belirsizlik ve intihar gibi çok ağır konulara giriyor. Üstelik bunu asla klişeye kaçmadan, oyuncunun zihnine gerçek hayatta nasıl sızıyorsa öyle sızdırarak yapıyor.

Mae’nin arkadaş çevresi – Gregg, Bea, Angus – oyun dünyasının belki de en insani yan karakterlerinden bazıları. Her birinin ayrı bir hayal kırıklığı, ayrı bir yükü var. Gregg neşeli görünse de içten içe bastırılmış öfke dolu. Bea hayata tutunmak için çırpınırken, gençliğini gömmüş bir yetişkin gibi davranıyor. Angus, geçmiş travmalarını sessizce taşıyor. Ve bu arkadaşlıklar, oyunun kalbi haline geliyor. Çünkü Night in the Woods, arkadaşlarla geçirdiğimiz o sessiz gecelerde, hiçbir şey yapmasak bile bir “şeylerin” paylaşıldığı o anlarda yaşıyor.

Oyunun temposu bilerek yavaş. Her sabah uyanıp aynı sokaklardan geçmek, aynı insanlarla kısa diyaloglar kurmak, oyun mekaniklerinin bir döngüye girmesi... tüm bunlar aslında hayatın tekrar eden, anlam arayan doğasını yansıtıyor. Her gün aynı ama bir şekilde farklı. Her gün aynı ama bir şekilde daha yalnız. Oyun, oyuncuyu bu tekrarın içine çekip orada bırakarak aslında o boğucu hissi bize yaşatmayı başarıyor.

Ve sonra… o beklenmedik, sürreal kırılma noktası. Oyunun ikinci yarısında hikâye, beklenmedik şekilde bir gizem-macera türüne doğru kayıyor. Ama bu değişim bile yerli yerinde. Çünkü Night in the Woods, neyin gerçek, neyin hayal olduğu konusunda net olmak istemiyor. Tıpkı depresyon gibi. Tıpkı gençlik gibi. Tıpkı bazı gecelerin neden bu kadar karanlık hissettirdiğini açıklayamamak gibi.

Grafiksel olarak oyun, basit ama şiirsel. 2D çizgi film estetiği taşıyor olabilir ama her ekran bir duyguyu çağırıyor. Gri gökyüzüyle sararan ağaçlar, gece lambasının altındaki gölgeler, tren raylarının ötesine geçemeyen karakterler... Bunların her biri, kaybedilmiş bir gençliğin sembolleri. Alec Holowka’nın bestelediği müzikler ise bu görselliği tamamlayan en güçlü unsur. Bazen lo-fi bir gitar tınısı, bazen uzaklardan gelen bir piyano sesi, bazen sadece sessizlik. Özellikle “The Long Fall” parçası, oyunun ruhunu tek başına özetleyebilecek kadar güçlü.

Night in the Woods belki herkese göre değil. Kimileri onu durağan, temposuz, “oyun” gibi olmayan bir anlatı olarak görebilir. Ama kimilerimiz için o, kendi gençliğimizi, kendi çıkmazlarımızı, kendi gece yürüyüşlerimizi yansıtan bir aynadır. Bu yüzden Night in the Woods, oyuncudan çok bir insanla konuşuyor gibidir.

Night in the Woods, kaybolmuş gençliğin, boğulmuş umutların ve yavaşça çöken kasaba sessizliklerinin oyunudur. Ama en çok da “iyileşmeye çalışmanın” oyunu. Çünkü bazen hiçbir şeyi düzeltemezsiniz. Ama biriyle oturur, birkaç bira içer, eski bir şaka yaparsınız... ve o an dünyayla yeniden bağ kurarsınız. İşte Night in the Woods, tam olarak bu anların sessiz, kırılgan ve unutulmaz güzelliğini anlatır.