Mafya hikâyeleri genellikle büyük şehirlerin neon ışıkları altında, gökdelenlerin gölgesinde anlatılır. Ama Mafia: The Old Country, bu klişeyi kökünden söküp atıyor.

Seriyi Amerika’dan alıp Sicilya’nın taş sokaklarına, zeytin ağaçlarının gölgesine, denizin tuzlu kokusuna ve yüzyıllardır süregelen sessiz anlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünyaya taşıyor. Hangar 13’ün bu cesur tercihinin, oyunun ruhuna bambaşka bir derinlik kattığını söylemek mümkün.

Hikâyemizin merkezinde Enzo Favara var. Daha çocuk yaşta sülfür madenlerinde “carusu” olarak çalışmaya zorlanan, omuzlarına yaşından büyük yükler bindirilmiş bir genç. Hayat, ona ne adil olmuş ne de merhametli. Enzo’nun çocukluğu, karanlık tünellerde kömür tozuyla kaplanmış yüzler, sırtında taşıdığı ağır torbalar ve sürekli kulağında çınlayan ustabaşı bağırışlarıyla geçmiş. Böyle bir hayatta, kurtuluşun tek yolu güçlülerin yanında yer almak gibi görünüyor. İşte Torrisi ailesiyle yolları böyle kesişiyor.

Başlangıçta bu, Enzo için bir çıkış kapısı. Daha iyi yemek, daha güvenli bir çatı, sokakta korkusuz yürüyebilmek… Ama zaman ilerledikçe görüyoruz ki mafya ailesine katılmak, sadece zincirin rengini değiştirmekten ibaret. Özgürlük dediği şey, başka bir efendinin hizmetkârı olmakmış. Oyunun anlatımı, bu dönüşümü seyirciye yavaş yavaş hissettiriyor. Önce küçük iyilikler, sonra gri alanlar, ardından da tam anlamıyla karanlığın içine çekiliş…

Hangar 13’ün belki de en büyük başarısı, Sicilya’yı bir fon değil, yaşayan bir karakter olarak yansıtması. Dar sokaklar, taştan evler, limanda rüzgârla karışan balık kokusu, uzaklardan gelen kilise çanı… Bütün bu detaylar, oyunun hikâyesine hizmet eden birer unsur. Gündüzleri güneş altında sarı toz bulutları, geceleri ise sokak lambalarının altında beliren uzun gölgeler… Oyun, atmosfer yaratma konusunda sinema kalitesinde bir iş çıkarıyor.

Üstelik bu kez büyük bir açık dünya yerine daha dar, ama yoğun bir tasarım tercih edilmiş. Bu, hem tempoyu sürekli yüksek tutuyor hem de oyuncunun dikkati dağılmadan hikâyeye odaklanmasını sağlıyor. Kimi oyuncular bu lineer yapıyı eski moda bulabilir ama Mafia: The Old Country’nin amacı, uzun süreli bir serbest dolaşım değil; kısa, keskin ve unutulmaz bir anlatı sunmak.

Silahlı çatışmalar, bıçak düelloları, sessizce hedefe yaklaşma sekansları… Mekanikler karmaşık değil, hatta yer yer nostaljik sayılabilecek kadar sade. Bu sadelik, bazı oyuncular için eksiklik gibi görünse de, benim için hikâyenin daha net ve akıcı şekilde akmasına yardımcı oluyor. Çünkü bu oyunda asıl mesele, “nasıl” oynadığınızdan çok “neden” oynadığınız.

Yakın dövüş sahneleri, özellikle de bıçaklı karşılaşmalar, oyunun gerginliğini artırıyor. Her çatışma, sadece aksiyon değil; aynı zamanda karakterin kişisel yolculuğunda bir dönüm noktası gibi hissettiriliyor.

Mafia: The Old Country, oyuncuyu uzun uzun oyalayan bir oyun değil. 10–13 saatlik bir macerada, Enzo’nun yolculuğunu baştan sona yaşatıyor. Ama final sahnesine geldiğinizde, içten içe “keşke biraz daha sürseydi” diyorsunuz. Bu, bir eksiklik değil; aksine iyi anlatılmış her hikâyenin yarattığı tatlı bir boşluk.

Oyun, mafya dünyasının kanlı romantizmini yüceltmektense, bu hayatın bedelini gözler önüne seriyor. Sadakat ile ihaneti, güç ile çaresizliği, özgürlük ile tutsaklığı aynı anda hissettiriyor. Enzo’nun yaşadıkları, sadece onun hikâyesi değil; güç uğruna ruhunu satan herkesin ortak kaderi gibi.

Mafia: The Old Country, büyük patlamalar, sonsuz haritalar ve bitmek bilmeyen yan görevler peşinde koşmayan bir yapım. Bunun yerine, köklerine dönmeyi, sağlam bir hikâye anlatmayı ve atmosferi iliklerinize kadar hissettirmeyi seçmiş. Sicilya’nın gölgesinde büyüyen bu hikâye, ağır ağır işleyen bir saat gibi… Her tik takı, Enzo’nun kaderine bir adım daha yaklaşmanızı sağlıyor.