Telefonumuza bildirim gelmese bile parmağımız kilit ekranına doğru gidiyor.

Hep bir şey kaçırıyor olabiliriz hissi var içimizde ne yazik ki garip olan olan şu ki, gün içinde asıl kaçırdığımız şey çoğu zaman telefonda değil, önümdeki hayatın kendisinde. Bildirimleri her kaydırışımız küçük bir belki vaat ediyor: belki komik bir video, belki önemli bir mesaj, belki dünyayı değiştirecek bir haber ve o “belki” beynimizin ödül sisteminde küçük bir kıvılcım yakıyor ve o kıvılcımı kor gibi büyütmek için bir sonraki videoya, bir sonraki bildirime, bir sonraki sekmeye atlıyoruz. Günün sonunda, izlediklerimizi değil, kafamızın içinin bölündüğünü fark ediyoruz.

Kısa videolar bize bir sürprizi sunduğu için çekici geliyor. Hiçbir şeyi tam tüketmeden bir sonrakine geçmek, zihnimize sanki daha hızlı yaşadığımızı fısıldıyor. Oysa hız, derinlik hissini törpülüyor. Bir konuyu anlamanın, bir yazıyı olgunlaştırmanın, bir duygunun içini yoklamanın tadı ancak yavaşlayan bir zihinde beliriyor.

Dopamin orucu diye dolaşan sloganların çoğu meseleyi basite indiriyor sanki beynimizde bir depo var ve biz onu boşaltıp dolduruyoruz. Bir zamanlar on dakika keyif veren bir içerik artık üç dakikada sıkıyor. Gün bitince, çok şey görmüş ama hiçbir şeye gerçekten bakmamış gibi oluyoruz. Bu yüzden yorgun ama tatminsiz denen duyguya sığınıyoruz: bitkinlik ve meşguliyetimiz var fakat anlamı yok.

Burada sıkılma duygusuyla kavgalıyız. Sıkılmayı tembellik sanıyoruz,. Sıkılmayı göğüslemek, zihne biraz daha kal demek. Ve biraz daha kal dediğimiz anlarda hayal gücü kıpırdanmaya başlıyor aklımıza daha önce yanından hızla geçtiğimiz düşünceler uğruyor.

Telefon detoksu, bizi dünyadan koparmıyor; aksine dünyaya geri bağlıyor.

Telefona değil, hayata gösterdiğimiz özen arttıkça, telefon zaten sessizleşiyor. Detoks budur: susturmak için zorlamak değil, duymak için alan açmaktır. Geriye dönüp baktığımızda, “bugün çok şey gördüm” değil de; “bugün nihayet baktım” demeliyiz

Akşam olduğunda bugün ne tüketmiştim? sorusunun cevabı bir link değil, bir fikir olmalı.