Bir oyun var, adını az kişinin duyduğu, çoğu kişinin oynamadığı, ama bir kere içine girenlerin hafızasına yankı gibi çakılıp kalan.

Tacoma, işte böyle bir oyun. Kimine göre sadece bir “yürüme simülasyonu,” kimine göre küçük bir bağımsız yapım… Ama bana göre, sessizliğin, gölgelerin ve kaydedilmiş anların içinden bize insanlığın en kırılgan, en dokunaklı hâlini anlatan bir şiir.

Tacoma’da bir kahraman yok. Bir silah yok. Bir boss yok. İstasyona indiğinizde sadece siz varsınız — ve ses kayıtlarının, hologramların, günlüklerin gölgeleri. Altı kişilik bir mürettebatın yaşadıklarını, umutlarını, korkularını, tartışmalarını ve sevgilerini parça parça öğreniyorsunuz. Hepsi orada, bir zamanlar canlıydılar. Şimdi ise sadece veri kırıntıları var.

Bu, aslında klasik bir “büyük olaydan sonra ne oldu?” hikâyesi. Ama Tacoma'nın büyüsü, olaya değil insanlara odaklanmasında. Büyük şirketlerin, teknolojinin ve uzayın içinde kaybolan bu altı kişi, en çok kiminle tartıştıklarını, kime göz kırptıklarını, hangi kapıdan çekinerek geçtiklerini bize hâlâ anlatıyorlar. Ve biz, onların geride bıraktığı dijital hayaletlerin izinde, hem onlar hakkında hem kendimiz hakkında bir şeyler öğreniyoruz.

Tacoma’nın sunduğu gelecekte, insanlar yapay zekâlarla, algoritmalarla, veri akışlarıyla iç içe yaşıyor. Ama oyunun asıl altını çizdiği şey, bu teknolojilerin aslında insanlardan çok daha mekanik, çok daha tahmin edilebilir olduğu. İnsanlar ise karmaşık, çelişkili, bazen mantıksız, bazen kahramanca… Ve tam da bu yüzden ilginç.

Bir karakterin aşk itirafı, bir diğerinin ekonomik kaygıları, bir başkasının şirketle olan gerilimi — bunlar, geleceğin parlak uzay istasyonunda bile değişmeyen, bildik insani şeyler. Tacoma, insanın karmaşıklığını ve kırılganlığını, teknolojik bir zarfın içine koyarak sunuyor. Ve bir noktadan sonra, istasyonun sessizliği bir mekân değil, bir ruh hâline dönüşüyor.

Tacoma’da bir şeyi “keşfetmek,” bir sandığı açmak ya da bir düşmanı alt etmek değil. Oyun, keşfi bilgiyle eşitliyor. Bir diyalog parçası, bir e-posta, bir hareket kaydı… Her biriyle mürettebatın hayatına biraz daha yaklaşıyorsun. Onların dünyalarına girmeye başlıyorsun. Ve aslında sen, yalnızca bir gözlemcisin. Kurtarıcı değilsin, düzeni değiştiren değilsin. Sadece geçmişe bakan birisin.

Bu, oyunlarda alışık olmadığımız bir durum. Çoğu yapım bize “dünyayı kurtar” ya da “güçlen” diye bağırırken, Tacoma şöyle fısıldıyor: Dinle. Anla. Yargılama.
Ve işte bu yüzden, Tacoma’nın keşfi, oyuncuya yaptığı bir teklif: “Daha dikkatli bakarsan, daha çok seversin.”

Tacoma yavaş bir oyun. Hatta kimi oyuncular için sıkıcı bile olabilir. Ama burada bir durmak lazım. Her oyun hız, aksiyon, sürekli dopamin patlaması sunmak zorunda mı? Tacoma, durmanın, beklemenin, detayların, boşlukların güzelliğini hatırlatıyor. Hikâyeyi zorlama bir anlatıcıdan değil, çevredeki küçük ayrıntılardan öğreniyorsun. Ve bu, oyunu oynarken sana bir tür sessiz meditasyon sağlıyor.

Tacoma’yı bitirdiğinde, büyük bir final yok. Bir patlama, bir kavga, bir kahramanlık sahnesi bekleme. Bunun yerine, hafif bir burukluk, biraz umut ve bolca düşünceyle kalıyorsun. Belki de bu, gerçekten büyük finaldir. Hikâye bittiğinde, oyun seni yalnız bırakmaz; sen hâlâ mürettebatı düşünmeye devam edersin. Bu, bir yapımın ulaşabileceği en güzel zaferlerden biridir.

Tacoma, her oyuncuya hitap etmeyecek bir oyun. Ama ona ruhunu açanlar için benzersiz bir deneyim. İnsanların kim olduğu, nasıl sevdiği, ne için savaştığı ve bazen nasıl kaybolduğu hakkında bir hikâye. Uzayın derinliğinde, sessizce yankılanan bir şarkı gibi.

Bir gün teknoloji bizi her şeyden üstün kıldığında, hâlâ aşk mektupları yazacak mıyız? Hâlâ bir dostun dokunuşuna ihtiyaç duyacak mıyız? Hâlâ bir hata yaptığımızda pişmanlık duyacak mıyız? Tacoma, bunları hatırlatıyor.

Ve belki de en önemli şey şudur: Geleceğe ne kadar ilerlersek ilerleyelim, insanlığımızı bırakmamalıyız. Çünkü geride kalacak olan sadece o.