Bu hafta tüm dünyada her zaman olduğu gibi yine iyiler kaybedecek... Sessizliğin utancıyla, vicdanın ağırlığıyla...

Çünkü kötüler artık sadece oyunu oynamıyor, kuralları yazan kalemi de ellerine geçirdiler. İyiler hâlâ doğru olanı yapmaya çalışırken, kötüler çoktan sonucu ilan etti bile. Bir taraf hâlâ “nasıl olsa sonunda iyilik kazanır” masalına inanıyor, diğer taraf ise “sonunda kazanan haklıdır” ilkesini gerçek sanıyor. Kötüler için ahlak bir engel, iyiler için bir kutup yıldızıdır. Ama yıldız neye yarar ki, ufku karartanlar kötülerse?

Dünyada garip bir denge var: İyiler kaybediyor, kötüler kazanıyor. Üstelik bunu bir süredir o kadar doğal, o kadar olağan hale getirdik ki artık kimse şaşırmıyor. Gazze’de bir annenin kucağında sessizleşen bir bebek, Afrika’da çatlamış toprakların üzerinde açlığa yenilen bir çocuk, depremle yıkılmış bir şehirde annesinin adını son kez haykıran bir ses…
Bunlar “yok” sayıldığında, hepimiz aynı cümleyi fısıldıyoruz: “Hayat adil değil.”

Ama hayır. Hayat adil olmaktan vazgeçmedi. Biz adaletin bedelini ödemekten vazgeçtik. Ve kötülük, işte o boşlukta büyüdü. Artık iyiler yavaş konuşuyor. Korkudan değil, incinmekten. Artık kötüler hızlı konuşuyor. Çünkü ne söylediklerinin bir önemi yok; sesleri, anlamın yerini aldı. Oysa kötülük hiçbir zaman gürültüyle başlamaz. O, fısıltıyla başlar; bir bahaneyle, bir yalanla, bir menfaatle. Sonra kök salar, sistem olur, kültür olur, hatta bazen “başarı” adını alır. Artık kötüler “vizyoner”, iyiler “naif” diye anılıyor. İyiler “etik” kalmaya çalışıyor, kötüler “pratik” olmanın ödülünü topluyor. Ve günün sonunda tablo hep aynı: iyiler başını yastığa koyduğunda huzurlu ama yenik, kötüler uykusuz ama galip.

İyilik düşünür, kötülük uygular. İyilik tereddüt eder, kötülük karar verir. İyilik merhamet eder, kötülük fırsat görür. Ve böylece dünya dönmeye devam eder; merkezinde adalet değil, çıkar olur; etrafında insanlar değil, maskeler olur. Ama unutmamalı: iyiler yenilirken bile sessizliğiyle dünyayı taşıyanlardır. Çünkü iyilik, kazandığında değil; kaybettiğinde ölçülür. Oysa ki “Dünyayı kötülerin yaptığı kötülükler değil, iyilerin sessizliği mahveder.” Bugün o sessizlik çağında yaşıyoruz. Bir yanda çıkarına susanlar, diğer yanda vicdanı için susanlar. Ama ikisinin sessizliği aynı sonucu doğurur: Kötülüğün zaferi.

Ve kötülük, çağımızda hiç olmadığı kadar organize. Bir çıkar birliği, bir sistem ağı, bir ahlaki erozyon zinciriyle. İyilik ise dağınık... Bireysel, duygusal, savunmasız. Kötüler plan yaparken iyiler dua ediyor; kötüler hedef koyarken iyiler umut ediyor. Yine de iyilerin kaybetmesi adaletsizlik değil, doğanın dengesidir belki de.

Tarih, aynı sahneleri farklı oyuncularla tekrar eder... Roma yanarken Neron keman çalıyordu çünkü yangın onun fırsatıydı. Aynı çağda bir köle, Spartaküs, adalet için zincirlerini kırmaya kalkıştı. Ama tarih onu “asi” diye andı. Çünkü kötülük hikâyeyi yazdığı sürece, iyiliğin gerçeği hep “suç” gibi görünür. Tarihin her döneminde iyiler geç kalmıştır. Çünkü iyiler düşünür. Bir savaş başlarken kötüler plan yapar, iyiler vicdanıyla tartışır. Bir haksızlık olur, kötüler hemen kazanı sayar, iyiler doğru olanı tartar. Ama dünya doğruyu değil, hazır olanı ödüllendirir.

Bugün de farklı değil. Modern dünyanın “kötüleri” artık şeytan gibi görünmüyor.
Takım elbise giyiyor, diplomatik konuşuyor, kalkınma ve sürdürülebilirlik raporları hazırlıyor. Ama içleri aynı: Hâlâ açgözlü, hâlâ korkak, hâlâ yıkıcı. Yalnızca biçim değişti... İçerik aynı kaldı. Kötülük artık kılıçla değil, kalemle; artık bomba ile değil, algoritma ile savaşıyor.
Dünyayı silahla değil, manipülasyonla yönetiyor. Ve en kötüsü, artık kendini haklı gösterebiliyor. Bütün bunların arasında iyiler ne yapıyor? Aynı şey: Direniyor.
Ama direnişin bir bedeli var. Vicdanın, adaletin, merhametin bedeli.

Bugün bir iyinin en büyük laneti, “vicdan” sahibi olmasıdır. Çünkü kötülük karar verirken hesap yapar, iyilik karar verirken acıyı düşünür. Ve acı, hareketsizliğe dönüşür. İyiler, kötülüğe bakarken hâlâ anlamaya çalışıyor: “Neden?” Oysa kötülük için bu sorunun cevabı yoktur; çünkü kötülük, neden değil sonuç odaklıdır. İyilik sorgular, kötülük uygular. Ve uygulayan, sorgulayanı her zaman bir adım geçer.

Kötülüğün Anatomisi: Vicdanın Laneti

Nietzsche’nin dediği gibi, “İnsanı yöneten şey arzudur; doğruluk değil.” İyiliğin trajedisi burada başlar. Çünkü iyilik, arzuya değil, adalete inanır. Adalet yavaştır, sabır ister. Ama kötülük, hızlıdır çünkü beklemeyi bilmez, doğrudan sonuca atlar. Bu yüzden her çağın başında kötüler kazanır. Kötülük neden organize, iyilik neden yalnız? Çünkü kötülük korku üretir, iyilik cesaret ister. Korku bulaşıcıdır; cesaret değil. Bir kişi korktu mu, binlercesi sessizleşir. Ama bir kişi cesur oldu mu, diğerleri bekler: “Önce o denesin.” Kötüler birlikte hareket eder çünkü birbirine muhtaçtır. Yalnız kalırlarsa yüzleşmek zorunda kalırlar. İyiler ise yalnızdır çünkü kendi vicdanıyla zaten yüzleşmiştir. Bu yüzden bir iyinin dayanışması zordur; herkes kendi doğruluğundan emin olduğu için ortak bir merkez oluşmaz.

İyilik, kendi içinde bölünür; çünkü vicdanın çok sesi vardır. Kötülük tek seslidir: “Kazanmak.” Vicdan, insanın içindeki ilahi terazidir. Ama aynı zamanda, iyiliğin en ağır yüküdür. Çünkü vicdan, düşünmeden hareket etmeye izin vermez. Oysa kötülük düşünmeden hareket ettiği için hızlıdır, etkilidir, sonuç alır. İyilik, eyleme geçmeden önce düşünür: “Ya birine zarar verirsem?” Kötülük ise sadece hesap yapar: “Ya bana faydası olmazsa?” İyilik başkalarının acısını hisseder; kötülük yalnız kendi konforunu.

Tarihin Aynasında İyiliğin Trajedisi

Tarih, aslında iyilerin mahkeme tutanaklarından oluşur. Kazananların değil, susturulanların kitabıdır. Bir uygarlığın ne kadar medenî olduğunu, iyilerini nasıl öldürdüğünden anlayabilirsiniz. Kimi zehirle, kimi ateşte, kimi yalnızlıkta öldü.
Ama hiçbiri yenilmedi. Çünkü her biri, kötülüğün en güçlü olduğu anlarda bile gerçeği söylemeyi seçti. Atina’nın en bilge adamıydı Sokrates. Ama şehir, bilge adamları sevmez; çünkü bilgelik huzursuzluk yaratır. Sokrates gençleri “düşünmeye” teşvik etti ve bu yüzden ölümle yargılandı. Savunmasında dedi ki: “Ben yalnızca Tanrı’nın bana verdiği görevi yerine getirdim: Sizleri doğruluğu sorgulamaya çağırdım.” Sonra zehri içti. Kalabalıklar sustu. Ve tarihte ilk kez bir insan, bilginin bedelini ölümle ödedi. Bugün Sokrates’in öğrencileri filozof diye anılıyor, onu yargılayanların adı ise hiçbir yerde yok. Kötülük kazandı sanıldı ama kazanan, zamana yenildi.

Arabistan çöllerinde, putların gölgesinde, köleliğin, açgözlülüğün ve cehaletin kol gezdiği bir çağda, bir adam çıktı: Ebû'l-Kâsım Muhammed ibn-i 'Abd Allâh. Ne tahtı vardı ne ordusu. Ama sözü, dünyayı değiştirecek kadar güçlüydü. “İyiliği emret, kötülükten sakındır.” Bu cümle, insanlık tarihinin en sade ama en devrimci öğütlerinden biridir. Çünkü o çağda iyilik, yalnızca kişisel bir meziyet değil, toplumsal bir devrimdi. Yetimi korumak, köleyi azat etmek, adaletle hükmetmek, kadına hak tanımak. Bunların her biri dönemin kötülüğüne karşı bir isyandı. Kureyş’in ileri gelenleri onu susturmak istedi. “Düzeni bozuyorsun,” dediler. Ama o, düzenin zaten bozuk olduğunu biliyordu. Taşlandı, hakaret edildi, sürgüne gönderildi. Ama yılmadı. Çünkü o biliyordu: “En güçlü savaş, insanın kendi nefsiyle yaptığı savaştır.” Hz. Muhammed’in mücadelesi, iyiliğin en saf biçimidir. Kötülüğe güçle değil, merhametle direndi. Bu yüzden bugün hâlâ insanlığın kalbinde bir yön, bir ölçü, bir ışık olarak duruyor.

“Dünya dönüyor” dediğinde, dünyanın dönmesini bile yasakladılar. Kilise düzeni sarsılmasın diye bilimi suç yaptılar. Galileo diz çöküp sözlerini geri almak zorunda kaldı, ama fısıldayarak ekledi:

“E pur si muove / yine de dönüyor.”

O fısıltı, insanlığın ilerleyişinin sesi oldu. Kötülük, bir süreliğine sessizliği kazandı, ama tarih boyunca bilimin sesi susturulamadı. Bugün teleskoplarla evrene bakan her bilim insanı, aslında o fısıltıyı devam ettiriyor.

Silahı yoktu. Ordusu yoktu. Ama İngiltere İmparatorluğu’nu diz çöktürdü. Nasıl mı? Şiddetsizliğin gücüyle. Gandhi’nin en büyük silahı vicdanıydı. Yıllarca açlık grevinde, hapiste, aşağılanarak yaşadı. Ama sonunda kazandı. Çünkü kötülük, nefretle beslenir; oysa Gandhi nefretin en büyük açlığını, sevgiyle aç bırakmayı öğrendi. Onu vuran da bir kötülük temsilcisiydi. Ama o kurşun, bir insanı değil, bir ideali hedef aldı... Ve ıskaladı... Gandhi öldü, ama merhamet politikaya girdi.

Nelson Mandela ırkçılığın devlet olduğu bir ülkede “eşitlik” dedi, 27 yıl hapse atıldı.
Demir parmaklıklar arasında bile kin tutmadı. Serbest kaldığında intikam değil, affı seçti. İyiliğin büyüklüğü tam da buradadır: Kötülük onu karanlığa tıkar, ama o ışığı yanına alır.
Kötülük onu zincire vurur, ama o zinciri umut halkasına çevirir. Mandela kazandı, ama zaferin adı özgürlük değil, vicdan oldu.

Ve bir gün, bir milletin kaderi büyük bir tufana tutuldu.
Topraklar işgal edildi, şehirler sessizliğe gömüldü, umutlar tükendi.
Karanlık sadece sınırları değil, insanın içini de işgal etti.
Ama tam o anda, Anadolu’nun derinliklerinden bir ses yükseldi.
Ne vahiydi ne kehanet — ama insana verilmiş en büyük armağan olan aklın çağrısıydı.

O ses diyordu ki:

“Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

Bu cümle, tarihin belki de en sade ama en devrimci cümlesiydi.
Çünkü ilk kez bir millet, kurtuluşu gökten değil, kendi iradesinde aramaya başladı.

Atatürk, sadece bir asker ya da devlet adamı değildi.
O, insan aklının onurunu yeniden ayağa kaldıran bir bilinç mimarıydı.
Karanlığa karşı bilimi, taassuba karşı eğitimi, korkuya karşı özgüveni koydu.
O da kötülerle savaştı; silahla değil yalnızca, cehaletle, dogmayla ve korkuyla da.
Çünkü o biliyordu:

“Bir milleti yıkmak isteyenler, önce okullarını hedef alır.”

Onun mücadelesi, yalnızca bir toprak parçasını değil, bir düşünce biçimini kurtardı.
Dedi ki: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
Ve o cümle, sadece bir bilim çağrısı değil, aynı zamanda bir vicdan manifestosuydu.
Çünkü bilgi, vicdanla birleşmediğinde zulüm doğurur;
vicdan, bilgiyle birleşmediğinde çaresiz kalır.

Atatürk, bu ikisini birleştirdi: aklı ve merhameti, bilimi ve insanlığı.
Bir ulusa düşünmeyi öğretti, sorgulamayı meşrulaştırdı, özgürlüğü vicdanla tanımladı.
Savaş meydanlarından değil, kara tahtalardan, laboratuvarlardan, kütüphanelerden yükselen bir zaferin öncüsü oldu.

O, Anadolu’nun yanık toprağından bir medeniyet yeşerten iyiliğin mühendisiydi.
O, “insan olmanın” yeniden tarifini yaptı:

“Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” Bir cümleyle, karanlığın bin yıllık ağırlığını yerinden oynattı.

Ve bugün bile onun adı, sadece bir liderin değil, bir bilincin adıdır.
Atatürk, bir dönemin değil, insanlığın zamana bıraktığı en güçlü cevaptır.
Karanlığa karşı, aklın zaferidir o. Bir ulusun içindeki iyiliğin vücut bulmuş hâlidir.

Karanlık her zaman güçlü görünür. Ama hiçbir karanlık, kendi kaynağını üretmez.
O, sadece ışığın yokluğudur ve ışık geri döndüğünde, karanlığın hükmü sona erer. Tarihin her döneminde kötülük, kendini yenilmez sandı. Zincirler kurdu, yasalar yazdı, zihinleri biçimlendirdi. Ama hiçbir kötülük, kendi gölgesini aşamadı. Çünkü kötülüğün gücü, iyiliğin suskunluğuna bağlıdır. Ve bir gün iyiler konuşmaya başladığında, en sağlam zindanlar bile yankılanır. Kötülük, kendi zaferinin içinde çürür. Kazandığı her savaş, kendi yenilgisini hazırlar. Çünkü kötülük kazandıkça, düşmanı olan iyiliği değil, kendine olan inancını kaybeder. Kazandığı zaferler, onu boşlukta bırakır. Bir noktadan sonra hiçbir zafer tat vermez, çünkü kötülüğün ruhu, doymazlıkla delinir. Tarih boyunca bütün diktatörler, bütün zalimler, bütün sahte peygamberler aynı sonu paylaştı: Bir alkış tufanının ortasında yalnızlıktan boğuldular. Çünkü kötülük, kendi yankısından başka ses duymaz. Ve o yankı, bir gün geri dönüp sahibini yutar. İyiliğin gücü, zaferinden değil, kalıcılığından gelir. Kötülük hızla parlar, iyilik uzun yanar. Kötülük parlar, ama kısa sürer. İyilik yanar, ama sönmez. Evren ölü yıldızların ışıltısıyla doludur; ama dünyayı hâlâ yaşayanlar aydınlatır. İyilik, o sönmeyen ışıktır.

Ve işte o an gelir: Bir çocuğun gülüşü, bir annenin duası, bir öğretmenin sesi, bir sanatçının tuvali, bir bilim insanının merakı yeniden dünyayı kurar. Küçük şeylerdir bunlar ama uygarlığı ayakta tutan hep küçük şeyler olmuştur. Kötülük büyük hedefler koyar; iyilik küçük dokunuşlarla dünyayı kurtarır.

Her çağ, kendi karanlığını üretir; ama aynı zamanda kendi ışığını da. Karanlığın derinliği, ışığın doğuşunu belirler. Tarih, kötülüğün hükmünü ilan ettiğinde bile, iyiliğin sessiz tohumlarını toprağa gömer. Ve o tohumlar, bir gün çölün ortasında ya da duvarların arasında bile yeşerir. Bir savaş bittiğinde, bir çocuk ilk kez gülümser. Bir afet yaşandığında, bir komşu diğerine su uzatır. İşte o anda dünya, yeniden insan olur, iyiliğin sesi yükselir...

O ses, dünyayı yeniden başlatır. İyiliğin zaferi törenlerle değil, sessizlikle gelir. Bir sabah, fark etmeden. Bir insan, bir başkasına yardım ettiğinde. Bir yönetici, kolay olanı değil doğru olanı seçtiğinde. Bir toplum, kendi geçmişine dürüstçe baktığında. İşte o zaman, ışık geri döner. Ve dünya, yeniden döner. Daha yavaş, daha bilge, daha insanca.

Kötülük, bize iyiliğin değerini öğretmek için vardır. Çünkü karanlık olmasa yıldızları göremezdik. Ve belki de insanlık, bu bitmeyen savaşta yenilmek için değil, anlamak için var. Her yenilgi, bir bilgelik doğurur; her acı, bir merhamet. İyilik kazanmaz, ama kalır.
Kötülük kazanır, ama yok olur. Ve sonunda denge hep aynı yere döner:
İnsan, içindeki ışığı hatırladığı sürece, hiçbir karanlık ebedi değildir. Belki bu hafta da kötüler kazandı, evet. Ama unutmayın: İyilik, zamanı yavaşlatır. Kötülük bir günü kazanır; iyilik, geleceği. Ve o geleceğin sessiz mimarları, yine iyiler olacak. Çünkü karanlık her şeyi yutabilir ama bir vicdanın içindeki ışığı asla.

Bir gün gelecek, tarihin en sessiz sabahında, dünya yeniden ışığa dönerken, o ışığın kaynağı senin kalbinden yükselecek. Çünkü hiçbir karanlık, bir insanın içindeki iyiliği tamamen söndüremez. Ve insanlık, bir kez daha iyiliğin yanından doğacak.

Ve işte o yeniden doğuşun adı, yalnızca umut değil; bilgiyle, dayanışmayla, doğayla yeniden kurulan bir insanlıktır. İşte böyle bir noktada AB tarafından desteklenen ve Eskişehir Teknik Üniversitesi koordinasyonunda yürütülen EPD-Net projesi, tam da dünya genelindeki büyük kötülüklerin karanlığında doğdu. Çünkü biz artık biliyoruz ki afetlerden, yoksulluktan, umutsuzluktan kurtulmanın tek yolu doğa ile birlikte düşünmek, insanla birlikte iyileşmektir. Bu ağ, kıtalar arasında bir vicdan köprüsüdür... Bilgiyi, bilimi ve dayanışmayı aynı masaya oturtan bir iyilik mimarisidir.

Belki kötülük yine çok sesli, çok güçlü olacak. Ama biz, EPD-Net’in doğa temelli zekâsıyla birbirine bağlanmış şehirlerde, akademilerde, laboratuvarlarda, sınıflarda; iyiliği planlayan, öğreten, tasarlayan bir gelecek kuruyoruz. Ve bir gün, o gelecek geldiğinde, belki de tarih şu cümleyi yazacak:

“Karanlık çağda, iyiliği yeniden örgütleyenler vardı onlar EPD-Net’in insanlarıydı.”