Nihayet yazının başına oturdum ama…
Neredeyse gün de bitiyor.
Akşam olmak üzere.
Günler de iyice kısaldı.
Saat yedi olmadan bir anda her yer karanlığa bürünüyor.
Bu son zamanlarda, bir yere giderken Sultan’a;
“Geç kalmam, hava kararmadan gelirim,” deyip de akşamın karanlığına kaldığım çok oldu.
Bizimkinde de bir telaş, bir kaygı, bir panik...
Geçenlerde akşam vakti kitapçıya gittim.
Başka nereye gideyim?
Meyhaneye mi?
Kitaplar yetiyor, sarhoş olmama.
Kendimden geçmeme...
Amma da büyük laf ettik.
Şairane!
Gülüyorum kendime.
Neyse…
Kitapçı yerin altında...
Kitaplara dalmışım.
Kitaplar söz konusu olunca zaten...
Kendimi kaybediyormuşum!
Öyle söylüyor, Sultan.
Saat yedi olmuş.
Hava kararmış.
Dışarıda yağmur başlamış.
Kitapçıdan çıkınca telefonum çaldı.
Kitapçı yerin altında olduğu için orada telefon çekmiyor.
Arayıp da bana ulaşamayınca Sultan...
Orayı burayı aramış.
Hani neredeyse polisi arayıp kaybolduğumu söyleyecekmiş.
O kadar yani!
“Sana bir şey oldu zannettim!” dedi.
“Bana bir şey olmaz!” dedim.
Ahmet Telli’nin şiiri geldi aklıma.
“şiir yazan bir adamın fotoğrafı var yanımda
kendini ölümlü sanıyor (...)” diyordu.
“Ben ölümsüzüm!” dedim.
“Ne saçmalıyorsun sen yine?” dedi. “Geç kalma, çabuk gel.”
“Sakın geç kalma erken gel mi diyorsun?”
“Geç kalma,” dedi, yeniden.
“Cefa etme bana mâhım
Sonra tutar seni âhım” deyince ben…
İpler koptu!
Kadın milletini fazla kızdırmaya gelmiyor.
Şimdi şöyle:
Ahmet Rasim, yemeyi içmeyi seviyormuş.
Sık sık Papazın Bağı’na gidip kafayı çekiyormuş.
Eve gece yarısından sonra, hatta bazı geceler sabaha doğru geliyormuş.
Zavallı karısı da her defasında,
“Sakın geç kalma, erken gel,” diyormuş.
Diyormuş da…
Ahmet Rasim, meyhanede sabahlamaktan vazgeçiyor muymuş?
Vazgeçmiyormuş!
Yalnız…
Kendini affettirmek için o meşhur, “Sakın geç kalma erken gel” şarkısını yazmış.
Ben vazgeçiyor muyum her fırsatta kitapçıya gitmekten?
Vazgeçmiyorum!
E işte onun için…
Ben de bugün bu yazıyı yazdım.
Bu arada insanın kendini Ahmet Rasim zannetmesi de hakikaten çok hoş oluyormuş!