İlk cümleden başlayayım, lafı hiç dolandırmadan: Bu ülkede bugün yaşadığımız afetler, kader değil.
Matematik… Fizik… Kimya… Jeoloji… Mühendislik... Planlama… Ve en çok da tercih meselesi. Depremler, seller, orman yangınları… Hepsi doğanın dili. Doğa bize aslında tek bir şey söylüyor: “Ben değişmedim. Siz değişmediniz. Ama siz, sanki ben hiç değişmeyecekmişim gibi davranıyorsunuz.”
Son üç haftadır yazıyorum. İlk hafta müteahhidi yazdım. İkinci hafta vatandaşı yazdım. Üçüncü hafta Müteahhit vatandaş arakesitinde kırılgan ülkeyi yazdım… Bu hafta, sadece üçünü birden değil, üçünün arasına sıkışmış ilkeyi de yazacağım. Sevgili meslektaşım Doç. Dr. Muammer Tün’ün on yıllardır sürdürdüğü dirençlilik arayışına atfen… Bu kez bir farkla: Sadece betonun değil, toprağın, suyun, ağacın, köyün, kentin, çocuğun, geleceğin içinden bakarak. Yani benim mesleğimin, benim dünyamın, yıllardır anlata anlata bitiremediğim o ekolojik planlama felsefesinin içinden.
Ben peyzaj mimarlığı kökenli bir akademisyenim. Kâğıt üzerinde unvanım bu. Ama sahada gördüğüm, sınıfta anlattığım, kriz anlarında içimde büyüyen his başka: Biz bu ülkede doğayı anlamadan şehir inşa etmeye çalışıyoruz. Doğayı dinlemeden bina yapıyoruz. Doğayı yok sayarak “kalkınma” tarif ediyoruz. Sonra doğa, en beklemediğimiz anda, “Bir dakika” diyor. Ve hepimizi aynı anda susturuyor.
Müteahhit, Vatandaş, Kırılgan Ülke ve O Dördüncü Taraf: Doğa
İlk yazıda müteahhidi yazarken, Türkiye’de dört yüz elli bin müteahhit olduğunu söylerken,
aslında başka bir şeyi ima ediyordum: Bu ülke uzun süredir doğanın değil, betonun müteahhidi. İkinci yazıda vatandaşı yazarken, ev alma umuduyla evsiz kalanları,
enkazın altında kalan çocukları, kiracı–ev sahibi kavgasına sıkışmış hayatları anlatırken,
başka bir gerçeğe dokunuyorduk: Bu ülke uzun süredir vatandaşının değil, metrekarenin geleceğini düşünüyor. Üçüncü yazıda, kırılgan ülkeyi yazarken bu ülkenin en büyük müteahhidinin artık beton değil, vicdan olmasını diliyordum. Peki bu tabloda doğa ne?
Sessiz ortak. İmza atmayan ama faturayı kesen taraf.
Müteahhit imar planını, ruhsatı, maliyeti hesaplıyor. Vatandaş kredi faizi, kira tutarı, aidat derdinde. Siyaset beton metreküpünü, açılış sayısını, sloganı hesaplıyor. Doğa ise sadece şunu hesaplıyor: “Bu zemin bu yükü taşır mı?” “Bu vadi seli kaldırır mı?” “Bu orman bu kadar kesimi tolere eder mi?”
Kaldıramazsa ne oluyor biliyor musunuz? Bize “afet” diyoruz. Benim gözümde afet, doğanın bize saldırısı değil. Açık konuşayım: Afet, bizim doğaya saldırımızın geri ödemesi… Doğaya karşı ısrarla süren körlüğümüzün z raporu.
Dirençsizliğin Coğrafyası: Haritada Kırmızı, Hayatta Siyah
Bilim insanları dirençten bahsederken diyagram çizer. “Dirençlilik - Resilience” der, grafik gösterir, senaryo üretir. Ben yıllardır afetler, şehirler, kırılgan alanlar üzerine çalışan biri olarak şunu görüyorum: Bu ülkenin jeolojik kırmızı alanları ile sosyal kırılganlık alanları neredeyse bire bir örtüşüyor. Deprem riski yüksek bölgelerde, gelir seviyesi düşük. Eğitim seviyesi düşük. Yapı kalitesi düşük. Ulaşım zor. Sağlık hizmetleri yetersiz.
Selde en çok zarar gören yerler, ya dere yatağına kurulmuş, ya tarım toprağı betona teslim edilmiş, ya da “ya buraya kim taşacak ki?” deyip ihmal edilmiş yerler. Orman yangınlarında en çok yanan yerler, ya turizm baskısının en yüksek olduğu kıyılar, ya da kırsalda nüfusun azaldığı,
bakımın, gözetimin kalmadığı alanlar.
Yani kırılganlığımız tesadüf değil. Planın olmadığı yerde, tesadüf sandığımız şey aslında çok tutarlı bir sonuç. Biz planlama yapmadığımız için, afet planlama yapıyor.
Betonun Müteahhidi Var, Toprağın Yok
Şimdi samimi bir soru: Bu ülkede “beton lobisi” diye bir şey duydunuz mu? Evet. “İnşaat lobisi”? Evet. Peki “toprak lobisi”? “Dere lobisi”? “Orman lobisi”? Yok. Çünkü toprak lobi kurmaz. Dere basın açıklaması yapmaz. Orman televizyona çıkıp “daha fazla kesmeyin” demez. Onun yerine ne olur? Sel olur. Heyelan olur. Yangın olur. Kuraklık olur.
Ve biz buna “doğal afet” deriz. Birazcık düşünsek, bunun %80’inin “insan eliyle hızlandırılmış afet” olduğunu görürüz. Müteahhit, kar edeceği yerin toprağının rantını hesaplar. Vatandaş, “merkezi mi, ulaşıma yakın mı?” diye sorar. Siyaset, “oy getirir mi?” diye bakar. Kimse şunu demiyor: “Bu toprak ne istiyor? Burada yapılaşma doğal taşıma kapasitesini aşıyor mu? Burası tarım toprağı mı, dere yatağı mı, orman ekosistemi mi?”
Benim felsefem, yıllardır öğrencilerime anlattığım, projelere, makalelere dökmeye çalıştığım şey basit: Doğanın planı yok sayılarak yapılan her plan, bir gün mutlaka doğanın revizyonuna uğrar. O revizyonun adı ne biliyor musunuz? Afet…
Vatandaşın Masumiyeti, Vatandaşın Sorumluluğu
Vatandaşı yazarken özellikle altını çizdim: En büyük mağdur vatandaş. Ev alamıyor, ev bulamıyor, bulduğu evde güvende değil. Ama bir tarafı daha var bu işin. Acı ama gerçek: Vatandaş da tamamen masum değil. Şöyle bir sahne düşünün: Yeni bir konut projesi. Satış ofisi kalabalık. Makette havuz, ağaçlar, çocuk parkları, ferah balkonlar.
Satış temsilcisi anlatıyor: “Hocam burası çok değerlenir, metroya 5 dakika, AVM’ye 3 dakika,
şurası peyzaj alanı, burada yürüyüş parkuru, güvenlik 24 saat, otopark kapalı…” Sorulan sorulara bakın: “Manzara nasıl?” “Güneş nereden doğuyor?” “Oda sayısı kaç?” “Metrekare net mi brüt mü?” “Hemen kiracı bulunur mu, çok kira getirir mi?”
Çok az insan şunu soruyor: “Zemin etüdünü görebilir miyim?” “Bu binanın yapı denetimi hakkıyla yapıldı mı, deprem yönetmeliğinin esasları uygulamaya geçirildi mi?” “Taşıyıcı sistem hesaplarını kim kontrol etti?” Biraz daha ileri gidip şöyle soran neredeyse yok: “Bu projede yağmur suyu nereye gidiyor? Sel riskini arttırıyor mu, azaltıyor mu? Bu peyzaj gerçekten ekolojik mi, yoksa katalogdan mı?” Vatandaş, çok haklı olarak, “Ben mimar mı, mühendisi miyim, ben mi bakacağım?” diyor.
Ben de diyorum ki: Evet, sen mimar ya da mühendis değilsin. Ama bu senin hayatın. Bu ülkede denetimin eksik olduğu yerde vatandaşın soruları birinci derece hayat sigortası. İşte bu yüzden, benim kafamdaki “vatandaşlık” tanımı, sadece oy veren, vergi veren, borçlanan bir profil değil. Soru soran, hesap soran, bilgi talep eden, doğayı savunan bir profil.
Dirençli bir ülke istiyorsak, müteahhit kadar vatandaşın rolünü de değiştirmek zorundayız.
Kırsal Dönüşmeden Kent Dirençli Olmaz
Geçen hafta özellikle söyledim: “Kentsel dönüşüm yetmez, kırsal dönüşüm olmadan bu ülke nefes alamaz.” Bu sadece romantik bir “kırsal güzellemesi” değil. Bu, yıllardır coğrafya okumuş, afet haritalarıyla yatıp kalkan, tarımın, göçün, iklimin, sosyolojinin iç içe geçtiğini gören bir insanın tespiti.
Köyler boşalınca ne oluyor? Şehirler şişiyor. Köyde üretim bitince ne oluyor? Şehirde yaşam pahalılaşıyor. Gençler köyden kopup, iş umuduyla betonun gölgesine sığınınca,
şehirde konut talebi patlıyor. Arz da aynı mantıkla geliyor: Hızlı, ucuz, yoğun. Bu denklemde afet riski katlanarak artıyor: Yoğun nüfus, zayıf altyapı, pahalı konut, düşük denetim.
Sonra bir deprem… Bir sel… Bir yangın… Ve ekran başına kilitlenmiş milyonlarca insan: “Yine mi?” Evet, yine. Çünkü köyü boşaltıp ovayı doldurdukça, vadiye konut, yamaca dolgu yapıp rezidans yaptıkça, “yine” olacak. Benim felsefem şunu söylüyor: Kırsal planlama olmadan kentsel planlama, şehrin oksijensiz kalmış yarısını boyamak gibidir. Tarımı yeniden değerli kılmadan, köyde yaşamı cazip hale getirmeden, bir ay kalıp geri döndüğümüz “nostaljik köy tatili”nin ötesine geçmeden, şehirdeki kırılganlığı azaltamayız.
Dirençli şehirler istiyorsak, dirençli kırlar inşa etmek zorundayız.
“Doğa Temelli Zekâ”: Betonun Hafızası Yok, Doğanın Var
Eskişehir Teknik Üniversitesi olarak koordinatörü olduğumuz “Sürdürülebilir ve Dirençli Kentler İçin Ekolojik Planlama ve Tasarım Ağı – EPDNet” projesine, toplantılara, TV programlarına, makalelere taşıdığım, akademide uzun zamandır anlattığım bir kavram var: “Doğa Temelli Zekâ”. Gördüğüm en zeki insanlardan biri olan sevgili dostum Volkan Türkbay’ın geliştirdiği spektral analiz tabanlı matematiksel modele dayalı yapay zeka çekirdeğinin ürünlerinden biri. Bu, süslü bir başlık değil. Tam tersine, çok basit bir hakikatin başka türlü söylenmiş hâli:
“Doğa, milyonlarca yıldır veri topluyor. Biz ise son yüzyılda yaptığımız hataları ‘gelişme’ diye pazarlıyoruz.” Dağ bize diyor ki: “Benim yamacıma fazla yük bindirme.” Dere diyor ki: “Ben buradan taşarım, yatağıma girersen birlikte taşarız.” Orman diyor ki: “Beni yok sayarsan, sıcaklıkla, kuraklıkla, yangınla geri dönerim.” Toprak diyor ki: “Beni yalnız bırak, ben seni doyururum. Beni betonla kaplarsan, ben seni hiçbir şeyle doyurmam.”
Doğa Temelli Zekâ dediğim şey, aslında şu: “Doğayı algoritmanın dışındaki ‘gürültü’ olarak değil, işin merkezindeki ana veri kaynağı olarak kabul etmek.” Şehir planlarken, konut üretirken, afet yönetimi stratejisi geliştirirken doğayı arka plan görseli olarak kullanırsak,
çıkan sonuç felaket olur. Doğayı karar mekanizmasının tam orta yerinde masaya oturtursak, çıkan sonuç direnç olur. Bugün yaşadığımız kırılganlık, doğayı sadece “manzara” olarak kullanmamızın sonucudur. Onu matematiksel modeller ile anlayabilecek ve geleceği doğru şekilde simüle edecek ve tahminler üretecek bir zekâ var artık elimizde. Değerli dostum Volkan Türkbay’ın desteğiyle… Bu ismi bir kenara not alın… Yakın gelecekte bu ismi çok duyacaksınız…
Bilim Masanın Neresinde Oturuyor?
Şimdi gelelim benim mesleki öfke/birikim noktama. Bu ülkede her afet sonrası
bilim insanları televizyona çıkar. Grafik çizer, harita gösterir, anlatır. Sonra ne olur? Program biter. Reklam girer. Dizi başlar. Bilim, ekran süresi kadar ciddiye alınır. Oysa bilimin oturması gereken yer, afet sonrası televizyon stüdyosu değil, karar masasıdır.
İmar planı yenilenirken, “kaç kat verelim, kaç emsal olsun?” diye tartışılırken, masada jeoloji mühendisi, jeofizikçi yoksa, deprem haritası açılmıyorsa, sel risk analizi yapılmıyorsa, o kararın adı planlama değil, piyangodur. Biz yıllardır piyangoyla şehir yönetiyoruz. Arada isabet ederse seviniyoruz, ama isabet etmediğinde kaybettiğimiz, para değil, hayat oluyor.
Benim kafamdaki doğru resim şöyle: Planlama masasında yan yana oturacaklar: Jeoloji, ekoloji, şehir plancısı, mimar, mühendis, peyzaj mimarı, sosyolog, ekonomist, hukukçu, afet uzmanı. Bir de vatandaş için açık sandalye olacak. “Ben burada yaşarken ne hissedeceğim?” diye soracak biri. Ve üzerine müteahhit gelince, maliyet, süre, fizibilite konuşulacak. Biz ise ne yapıyoruz? Genelde masaya önce müteahhidi, sonra siyasetçiyi oturtuyoruz. Bilim insanı çağrıldığında, bütün kararlar alınmış oluyor zaten. “Olanı meşrulaştırmak için rapor yaz” deniyor.
Bu yüzden kırılganız. Çünkü bilimin olmadığı yerde, duanın bile gücü zorlanır.
“Doğa Ondan Alınanı Geri Alır”
Bu cümleyi yıllardır içimde taşıyorum. Derslerde söylüyorum, konuşmalarda tekrar ediyorum: Doğa ondan alınanı, bir gün mutlaka geri alır. Sen dere yatağını imara açarsın, o bir gün gelir, evleri alıp götürür. Sen ormanı kesip villa yaparsın, o bir gün gelir, o villaları kül eder. Sen tarım toprağını betonla kaplarsın, o bir gün gelir, sofrandan ekmeği eksiltir. Sen fay hattının üzerine şehir kurarsın, o bir gün gelir, şehrin adını haber bültenlerinde okutur. Bugün dünyada “iklim krizi” dediğimiz konu, aslında doğanın bize yolladığı uzun, detaylı, kızgın bir dekont.
Biz bu dekontu almamış gibi davranıyoruz. Ama faiz işliyor. İklim krizi, afet riskini büyütürken, biz hâlâ günübirlik çözümler peşindeyiz: Biraz daha beton, biraz daha asfalt, biraz daha imar artışı…
Oysa bu tabloyu tersine çevirebilecek gücümüz var. Nereden biliyorum? Çünkü bu ülkenin bilim insanları, öğrencileri, gençleri, yerel yönetimde iyi niyetle çalışan insanları, sivil inisiyatifleri bana her gün bunu gösteriyor.
Biz bu ülkeyi doğa temelli bir akılla yeniden kurabiliriz. Yeter ki istemesini bilelim.
Son Söz: Afetlere Maruz Kalan Değil, Afete Hazırlıklı Bir Ülke Olmak
Şimdi toparlayalım. Üç hafta boyunca şunu yaptık: Müteahhidi yazdık… Vatandaşı yazdık… Kırılganlığımızı yazdık... Bu hafta, ikisinin arasındaki görünmeyen bağları, doğayla olan kırık ilişkilerini, bilimle olan kopuk iletişimlerini yazdık.
Ben bu ülkenin afetlere maruz kalmasını kader olarak görmüyorum. Bir sonuç olarak görüyorum. Yanlış tercihlerin, eksik denetimin, bilimden uzak kararların, doğayı görmezden gelen planların mantıksal sonucu.
O yüzden çözüm, metinlerde, sloganlarda, “çok üzgünüz” cümlelerinde değil; radikal bir yön değişikliğinde. Müteahhidin zihniyeti değişecek: “En çok katı yapan” değil, “en güvenli, en doğaya uyumlu yapıyı inşa eden” olmak isteyecek. Vatandaşın bilinci değişecek: “En ucuz, en gösterişli” değil, “en güvenli, en ekolojik, en adil” yaşam alanını talep edecek.
Devletin önceliği değişecek: “Ne kadar beton döktük?” değil, “Kaç insanı afet karşısında gerçekten koruyabildik?” diye soracak. Ve bütün bunların merkezine bir kelimeyi koyacağız: Doğa.
Doğayı dikkate almayan hiçbir plan, suya yazı yazmaktan öteye gitmez. Doğayı merkeze alan hiçbir plan da boşa gitmez.
Benim bütün mesleki hayatım, bütün akademik üretimim, bütün bu yazılardaki isyanım ve umudum tek bir cümlede özetlenebilir:
“Bu ülke, doğayla kavga ederek değil, doğayla barışarak dirençli olabilir.” Eğer bir gün,
bir deprem sonrası televizyonlar açıldığında, “Bu kez yıkılmadık” diyebiliyorsak, bilin ki o güne kadar çok şey değişmiş demektir.
Müteahhit değişmiş, vatandaş değişmiş, devlet değişmiş, biz değişmişizdir. Ve en önemlisi,
doğayı sonunda ciddiye almışızdır. Ciddiye aldığımızda söylediğim gibi;
İşte o gün, bu ülkenin en büyük müteahhidi, beton değil, vicdan ve akıl olur.
O güne kadar, yazmaya devam…