Bir ülke düşün…Toprağının altında tarih, üstünde beton var. Ve biz o betonu öyle sevdik ki, neredeyse milli içeceğimiz haline geldi: Beton kokteyli.

Sabah kahvaltıda müteahhit konuşuyoruz, öğlen imar planı, akşam televizyon dizisinde villalar, rezidanslar… Sanki hepimiz gizli bir inşaat şantiyesinde doğduk, o tozun, o harcın kokusuyla büyüdük. Neredeyse bir çocuğun ilk kelimesi “anne” değil artık… “İnşaat”…

Almanya’da sekiz bin müteahhit varmış. Avrupa Birliği toplamında yirmi beş bin. Bizde? Dört yüz elli bin. Evet, yanlış duymadınız. Çalışma çağındaki 18-65 yaş aralığındaki nüfusumuzun yüzde biri neredeyse müteahhit. Yani, Türkiye’de sokakta yüz kişi görseniz, belki biri nikahınızı kıyan nikah memuru ya da imam ama biri kesin size ev satan müteahhit. Birisi “bir yastıkta kocayın” diyor, diğeri “üç artı birde oturun.” Eskiden çocuklar “büyüyünce doktor olacağım” derdi. Şimdi “baba ben de müteahhit olacağım.”

Çünkü bu ülkede binayı çökmeden bitirirsen kahramansın, çökünce “kader planı.” Betonla övünmeyi ilerleme sanıyoruz. Her ilde bir havaalanı, her vadide bir baraj, her tepeye bir villa… Sanki doğayı değil, doğayı inşaatla kapatmayı seviyoruz. Medeniyet ölçüsünü “kaç metreküp beton döktük?” diye tutuyoruz. “Kaç bilim insanı yetiştirdik?” değil, “Kaç kule dikildi?” önemli. Ve öyle bir noktadayız ki… Artık kimse “yapmak”la “yapabilmek” arasındaki farkı sormuyor. Yapıyoruz. Ama neyi, niye, kimin için yaptığımızı bilmiyoruz. Yaptığımız her şey, aslında bizi yavaş yavaş yıkıyor.

Her Mahallede Bir Müteahhit

Bir zamanlar her mahallenin bir bakkalı, bir berberi, bir de muhtarı vardı. Şimdi hepsinin yerini bir “müteahhit bey” aldı. Bakkalın veresiye defteri kapandı, berberin makası sustu, ama müteahhitin kepçesi hiç durmadı. Bir mahallede 10 apartman varsa, 8’i yenilenecek, 2’si zaten yıkılmıştır. Ve her yeni binanın önüne bir tabela: “Süper Lüks Daireler” Altında genellikle “falanca” İnşaat - “Kalite, güven, prestij!” Yanında da bir vinç; asrın simgesi. O vinç öyle bir toteme dönüştü ki, halkın duası bile değişti: “Allah’ım bizim de arsaya bir müteahhit gönder.” Eskiden mahalleye imam gelir, öğretmen gelir “hayırlı olsun” derlerdi. Şimdi müteahhit gelir, “kaç metrekare vereceksin?” diye sorar. İnancın yerini imar aldı, komşuluğun yerini kat karşılığı sözleşme. Müteahhitlik bizde meslek değil, statü. Bir kartvizite “müteahhit” yazınca, otomatikman saygı geliyor. Sanki her müteahhit Mimar Sinan’ın torunu. Halbuki çoğunun elinde diploma değil, çek koçanı var.

Her mahallede bir müteahhit var çünkü biz “üretmeyi” değil “yapıyormuş gibi görünmeyi” seviyoruz. Birileri laboratuvarda mikroskopla geleceği araştırıyor, biz vinçle gökyüzünü kazıyoruz. Beton yükseliyor, kültür çöküyor. Çünkü artık her şeyin mimarı var, ama hiçbir şeyin vicdanı yok.

Müteahhitlik öyle bir statü ki, ülkede “yapı ruhsatı” olanın sesi, diploması olandan daha gür çıkıyor. Ve biz, bu sesi alkışlıyoruz. Televizyonda “Lüks konut projesi” reklamı görünce gururlanıyoruz. Alt yazıda “2.69 faizle, sadece bu hafta!” yazıyor. Yani ev almak bile piyango. Ama müteahhit kazanıyor, bankalar kazanıyor, halk borçlanıyor.

Sonra bir deprem oluyor. Bir anda o “Süper Lüks Daireler” tabelası devriliyor. Altından çıkan beton değil, vicdan oluyor. Ama ertesi gün ne oluyor biliyor musunuz? Aynı müteahhit, aynı şehirde, aynı yere yeniden bina yapıyor. Ve yine satıyor. Çünkü bizde yıkılan bina değil, hafıza…

Almanya’da 8.000, Bizde 450.000: Bir Meslekten Fazlası

Almanya’da sekiz bin müteahhit varmış. Sekiz bin! Adamlar dünyanın sanayi devi; BMW’sini, Siemens’ini, Bosch’unu üretmiş… Yine de sekiz bin müteahhit yetiyor. Bizde? Dört yüz elli bin! Kayıtlı olanlar sadece, kayıt dışı kaç? Onu kimse bilmiyor. Neredeyse her apartman yöneticisinin yedeğinde bir “inşaat şirketi” var.

Yani Almanya’da müteahhit bulmak zor, bizde bulmamak imkânsız. İşsiz kalırsan iki yol var: ya kafe açarsın, ya müteahhit olursun. Bu fark tesadüf değil. Almanya müteahhit yetiştirmiyor; mühendis, tekniker, usta yetiştiriyor. Biz mühendis yetiştiriyoruz ama müteahhit olmayı öğretiyoruz. Çünkü bizde “yapmak” değil, “yaptırmak” makbul. Bir proje çizmek değil, bir projede yer “almak” önemli.

Onlar “yapı fiziği” dersine giriyor, biz “kat nasıl çıkarız?” diye düşünüyoruz. Onlar “enerji verimliliği” tartışıyor, biz “güneş paneli mi olurmuş, çatıya bir kat daha atalım” diyoruz. Alman bir müteahhit bina yaparken önce mühendislik hesabı yapar, bizde önce “kimin arsası”, “kaç daire karşılığında alınır”, “kaç kat çıkılır” sorulur. Sonra da “nasıl ruhsat alırız?” Yani daha temele inmeden imar planında dolanıyoruz.

Onların şehirleri yaşlanıyor ama çökmez. Bizim şehirlerimiz yeni ama yorgun. Çünkü orada sistem dayanıklı, bizde yapı değil, kâr dayanıklı. Ve en acısı ne biliyor musunuz? O sekiz bin Alman müteahhit ülkesini yeniden inşa ediyor. Bizim dört yüz elli bin müteahhit ise kendi çıkarını.

Almanya’da müteahhitlik “inşaat yönetimi” mezuniyetiyle olur. Bizde müteahhitlik “dayım belediyede” bağlantısıyla. Orada denetim kanundur, bizde formalite. Onlarda yapı denetim firması bağımsızdır, bizde çay ocağından yönetilir. Ama sonra biri çıkar, gururla der ki: “Son 20 yılda şu kadar konut yaptık.” Evet, yaptık da… O kadar betonun üstüne bir sistem inşa edemedik. Bir vicdan, bir şehircilik bilinci, bir denetim kültürü koyamadık.

Yani aslında yapmakla övünürken, aslında yıkımın mimarı olduk.

Dünyanın En Büyük 250 Müteahhidinden 49’u Bizdenmiş

Bir de gurur tablomuz var tabii. Her yıl o meşhur liste açıklanıyor: “Dünyanın en büyük 250 müteahhitlik firması.” Ve biz ne diyoruz? “Helal olsun! 49’u Türk!” Alkışlar, manşetler, röportajlar... Koca ülke gururdan iki santim daha uzuyor. Ama kimse şu basit soruyu sormuyor: Madem 49’u dünyada ilk 250’ye girmiş, neden bu ülkenin şehirleri hâlâ dökülüyor? Madem Çin’le yarışıyoruz, neden depremde kendi evimizi yapamıyoruz? Madem yurt dışında gökdelen yapıyoruz, neden burada dengeyi kuramıyoruz?

Evet, Türk müteahhitleri Katar’da stadyum, Rusya’da gökdelen, Afrika’da havalimanı yapıyor. Paris’te, Bükreş’te, Doha’da, Astana’da Türk imzası var. Yani biz aslında her yerde “yapabiliyoruz”. Ama nedense iş kendi evimize gelince, kablo yerini bulmuyor, kolon eğiliyor, duvar çatlıyor. Bu kadar büyük başarıyı, bu kadar büyük çelişkiyle taçlandırabilen başka ülke yoktur. Dünyanın dört bir yanında göğe dokunan kuleler yapıyoruz, ama kendi halkımıza hâlâ sağlam bir yapı sunamıyoruz. Demek ki biz “inşa etmeyi” çok iyi biliyoruz. Ama neyi, kimin için, hangi vicdanla inşa ettiğimizi hâlâ öğrenemedik.

Müteahhitlik, Statü ve Toplumsal Psikoloji

Bir ülkede meslekler toplumun aynasıdır. Kim en çok para kazanıyorsa, kim en çok ilgi görüyorsa, kim en çok konuşuluyorsa, o ülkenin değer ölçüsünü o belirler. Bizim ülkemizde bu aynaya baktığında, göreceğin ilk figür: müteahhit bey.

…eskiden “doktor bey”, “öğretmen hanım”, “hakim bey” vardı. Şimdi “müteahhit bey” geldi. Ve o “bey” eki, mesleğe değil, paraya takılıyor. Bir ülke düşün, müteahhit düğününde takılan altın zincir, öğretmenin emekli ikramiyesinden ağır. Mühendis proje çizer, müteahhit kazmayı vurur, parayı alır. Sonra mühendise dönüp “Sen ne kazanıyorsun ki?” der. Çünkü bizde bilgi değil, bina değerli. Emek değil, metrekare. Zeka değil, arsa (!)… Ama o da kat sayısıyla, cadde üstü olup olmamasıyla, altı ticaret üstü konut olmasıyla ölçülüyor…

Müteahhitlik artık sadece bir meslek değil, toplumsal sınıf atlama aracı. Bir sabah kahvede oturan Mehmet abi, ertesi hafta “Mehmet İnşaat Ltd. Şti.” olur. Elinde diploma yok, mühendis yok, hesap yok. Ama tabela var. Bir de cesaret. Cesaret dediysem, risk değil; cezasızlık cesareti. Çünkü sistem ona diyor ki: “Yap, yıkılırsa bile seni değil, kaderi suçlarız.” Ve işte bu yüzden müteahhitlik, bizim yeni “kahramanlık hikâyemiz.” Adam 15 dairelik bina yapıyor, 14’ünü satıyor, birini kendine ayırıyor, sonra o binanın önünden geçerken “Ben yaptım” diyor. O cümlede bir kibir değil, bir tanrısallık hissi var. O yüzden müteahhit bir yarı-tanrı gibi davranıyor: “Yaratıyor.”

Ama yarattığı şey değer değil, beton. Ülke, insani değerlerini yavaş yavaş bu betonun altına gömüyor. Sosyologlar der ki, toplumların rüyaları mesleklerine yansır. Bizim rüyamızda inşaat var. Bir şeyler yapıyoruz, ama hiçbir şey tamamlanmıyor. Her gün bir temel atma töreni, ama hiçbir bina bitmiş hissettirmiyor. Çünkü yaptığımız şey sadece beton değil; bastığımız toprağı, yaşadığımız kenti, hatta geçmişimizi yeniden kaplamak.

Ve bu döngü sürüyor. Birileri “yıkılıp yeniden yapılacak” diyor. Yani, “bir kez daha kazanalım.” Oysa asıl yıkılması gereken zihniyet.

Denetimsizlik, Rant ve İmar Affı Kültürü

Bir ülkede denetim yoksa, yıkım kaçınılmazdır. Ama biz bu gerçeği o kadar sık duyduk ki, artık kulağımıza değil, vicdanımıza yabancı. Türkiye’de denetim dediğin şey, bir mührün ucunda: “Uygundur.” Kimin için uygundur? Onu kimse sormaz. Zemin uygunsuz, proje uygunsuz, ruhsat eksik… Ama müteahhit uygundur!

Çünkü bizde denetim, bir kontrol değil, bir formalitedir. Bir kâğıt. Bir imza. Bir göz yummanın belgesi. Adamın varsa imar planı değiştirmenin yolları, çocuğunu kaydettirdiğin ilkokulu değiştirmekten daha kolay. Bir gün orası “yeşil alan”, ertesi gün “konut alanı.” Bir diğer yer bir gün “üç kat”, ertesi gün “beş kat”… Bir gece yarısı plan notu değişir, sabahına kepçe gelir. Bina yükselir, itiraz eden “yatırıma karşı” ilan edilir.

Sonra da seçim zamanı “imar affı” çıkar. “Vatandaş mağdur olmasın.” Oysa mağdur olan vatandaş değil, şehir. Af dedikleri şey, aslında suçun ödülüdür. Bir kez af çıkınca, herkesin aklına aynı şey gelir: “Nasıl olsa yine çıkar.” Böylece sistem kendini yeniden üretir. İmar affı, beton affı, vicdan affı… Affettikçe çökeriz, çöktükçe affederiz. İşin en acı tarafı, bu düzenin içinde herkesin küçük bir payı var. Belediye göz yumuyor, mühendis susuyor, vatandaş da “bizim bina da yenilensin” diyor. Yani suç kolektif, bedel bireysel. Deprem olunca herkes “devlet nerede?” diyor. Ama bina yapılırken kimse “denetim nerede?” demiyor. Bu ülkede denetimsizliğin bir adı var: Rant. Bir arsanın kaderi, sahibinin belediyeye yakınlığına bağlı. Bir müteahhittin serveti, teknik bilgisine değil, kiminle yemek yediğine göre değişiyor. Bir belediyenin vizyonu, şehir planına değil, imar komisyonuna bakıyor.

Ve bu döngüde kazanan hep aynı: Birileri köşeyi dönüyor, şehir köşesiz kalıyor. Birileri yükseliyor, bina çökerken umutlar da çöküyor. Yapı denetim firması var, ama denetleyen kimse yok. Yönetmelik var, ama uygulayan yok. Bilim var, ama dinleyen yok. Bir tek beton var. O da konuşmuyor zaten. Yıkılınca konuşuyor.

Depremler, Yıkımlar ve Vicdanın Çöküşü

Biz bu filmi defalarca izledik. Her seferinde sonunu biliyorduk ama yine de bilet aldık.

1999’da İzmit’te izledik. 2011’de Van’da. 2020’de İzmir’de. 2023’te Hatay’da; Kahramanmaraş’ta, Adıyaman’da. Gaziantep’te, Malatya’da. Her seferinde aynı sahne: Toz, duman, enkaz, siren sesi… Bir çocuğun “anne!” diye bağırışı.

Sonra aynı cümleler: “Kader planı.” “Bir daha asla.” “Bu son olsun.”

Ama olmadı.

Çünkü biz unuttuk. Unutmakla da kalmadık, üzerine bina yaptık.

Yıkılan binaların yerinde şimdi yeni rezidanslar var. İsimleri bile ironik: “Umut Konakları”, “Yaşam Evleri”… Sanki tabelayla vicdan temizleniyor. Deprem bize hep gerçeği hatırlattı: Sorun doğada değil, insanda. Yıkımı yapan fay hattı değil, faydasızlık hattı. Bilimi hiçe sayan, yönetmeliği kâğıt sanan, denetimi para olarak gören bir sistemin eseriyiz.

Bir ülke düşün, yer kabuğundan önce bürokrasisi kırılgan. Depremde sadece bina değil, devletin hafızası da göçüyor. Arşivler, belgeler, ruhsatlar, hepsi toz oluyor. Sonra biri çıkıyor, “Yapacağız, yeniden ayağa kalkacağız” diyor. Ama önce kim neden yıkıldığını sormuyor. Çünkü bizde hesap vermek, enkaz kaldırmaktan daha zor. Bir müteahhit gözaltına alınır, ertesi gün serbest kalır. Bir belediye başkanı “o dönemde yetkim yoktu”, bir diğeri “bu da bir sınav” der. Ve halk? Hızla unutur, bir süre sonra yine aynı kişileri alkışlar.

Depremler aslında sadece binaları değil, değerlerimizi de test ediyor. Ve biz bu testi her seferinde kopyayla geçmeye çalışıyoruz. Ama doğa kopyayı okumaz. O sadece sonucu yazar. Depremler bize hep aynı dersi verir: Gerçek kalkınma betonla değil, bilinçle, bilgiyle, bilimle olur. Ama biz o dersi dinlemiyoruz, çünkü her seferinde öğretmeni kovuyoruz. Bilimi “engelleyici”, uzmanı “karamsar”, denetimi “bürokratik engel” ilan ediyoruz. Sonra da “neden yıkıldık?” diye soruyoruz. Bu ülkede deprem değil, vicdan çöktü. Çünkü artık bina yapmak kolay, yüzleşmek zor.

Biz “yapan” bir milletiz. Yapmayı severiz. Köprü yaparız, yol yaparız, baraj yaparız, gökdelen yaparız. Ama bir türlü “yapabilmek” noktasına gelemeyiz. Çünkü “yapmak” ile “yapabilmek” arasında ince bir çizgi vardır. Yapmak, betonu karıştırmaktır. Yapabilmek, vicdanı, adaleti karıştırmamaktır. Biz her şeyi inşa ediyoruz ama hiçbir şeyi tamamlayamıyoruz. Bir şehir bitiyor, ruhu eksik. Bir bina yükseliyor, kimliği yok. Bir park açılıyor, nefes almıyor. Bir plan yapılıyor, ertesi gün değişiyor.

Bizde inşa etmek, düşünmeden yapmak anlamına geldi. Düşünmek, geciktirmek sayıldı. “Düşünen adam” heykeli bile bir gün yerinden kaldırıldı; çünkü düşünmek rahatsız eder. Oysa medeniyet dediğin şey, taş üstüne taş koymak değil; doğru taşı doğru yere koymaktır. Biz taşı hep yanlış yere koyduk. Köprüyü doğaya, barajı köye, kenti ovanın ortasına. Sonra da “niye taşkın oldu, niye hava kirli, niye depremde yıkıldık?” diye şaşırdık.

Medeniyet, hız değil, denge ister. Ama bizde hız, aklın önüne geçti. “Yetişsin, bitsin, açılsın” kültürüyle büyüdük. Bitmek bilmeyen açılışlarla övündük. Her şeyin açılışı var, ama hiçbir şeyin sürdürülebilirliği yok. Bir ülkenin yapabildiğini, ürettiğiyle değil, koruyabildiğiyle ölçersin. Biz koruyamıyoruz. Ne toprağı, ne tarihi, ne hafızayı. Yapıyoruz, sonra yıkıyoruz, sonra yeniden yapıyoruz. Bir tür inşaat kısır döngüsünde yaşıyoruz. Her şey “temel atma töreni” gibi başlıyor, ama hiçbir şey “tamamlandı” hissi vermiyor. Ve bu bitmeyen “yapma” hali, bizi yoruyor. Bir binayı bitiriyoruz ama kendimizi bitiriyoruz. Bir şehri tamamlıyoruz ama insanı eksiltiyoruz.

Yapmak kolay, yapabilmek zor. Yapmak için malzeme yeter, Yapabilmek için akıl, etik ve adalet gerekir. Bizde malzeme bol, adalet eksik.

Taş Üstüne Taş Koymak: Umutlu Bir Yarın İçin

Bir ülkeyi ayağa kaldırmak, gökdelen dikmekle olmaz. Bir ülke, insanının başını dik tutabildiği kadar yüksektir.

Bugün elimizde harita değil, hafıza kalmadı. Ama yine de bir yerden başlamamız gerekiyor. Çünkü hâlâ nefes alan toprak var. Hâlâ “nasıl daha iyisini yaparız” diye soran gençler var. Hâlâ deprem bölgesinde yıkıntılar arasında toprağa fidan diken insanlar var. Yani umut, hâlâ bu ülkenin en sağlam zemini. Taş üstüne taş koymanın anlamını unuttuk.

Taşı koymak değil mesele; onu doğru yere, doğru niyetle koymak. Bir mühendisliğin, bir mimarinin, bir şehir planının temelinde önce insan vardır. Ama biz insanı unuttuk, binayı hatırladık. O yüzden şimdi yeniden hatırlama zamanı.

Betonla değil, bilinçle büyümemiz gerekiyor. Her yeni bina, bir eski hatayı örtmemeli; bir yeni değeri yaşatmalı. Her temel atma töreni, geçmişin enkazını unutturmak için değil, ondan ders almak için olmalı. Çünkü gerçek inşa, sadece yapı değil; karakter inşasıdır.

Artık “yapım sorunsalı” değil, “yaşam sorumluluğu” konuşmalıyız. Müteahhit sayımızla değil, bilim insanı sayımızla övünmeliyiz. Metrekareyle değil, adaletle büyümeliyiz. Yüksek binayla değil, yüksek ahlakla kalkınmalıyız.

Bu ülke, Mimar Sinan’ın “eserim ayakta kalsın” duasıyla kuruldu. Biz o duayı unutup “satılsın” duasına çevirdik. Ama hâlâ geç değil. Bir şehir, bir vicdan, bir ülke yeniden inşa edilebilir. Yeter ki temeli sağlam olsun: Bilimde, adalette, merhamette, doğada. Artık zamanı geldi. Yeni bir çağ başlamalı: Yıkımın değil, yapabilmenin çağı. Rantın değil, aklın. Betonun değil, bilimin. Paranın değil, planlamanın çağı.

Bir ülke, her sabah penceresinden baktığında gökdeleni değil, gökyüzünü görebiliyorsa; işte o zaman gerçekten kalkınmıştır. Bizim yeniden o gökyüzünü görebilmemiz için, önce kendi ellerimizle ördüğümüz duvarları yıkmamız gerekiyor. Gerçek ustalık, bina yapmak değil; geleceği kurmak. Ve belki de bu ülkenin en büyük müteahhidi artık vicdan olmalı.