Geçtiğimiz hafta, iki önemli teknoloji ve afet yönetiminin merkezinde, dünyanın doğu ucunda; önce Seul’de ardından Tokyo’da bulunma fırsatı yakaladım.

Eskişehir Teknik Üniversitesi’nin BAP desteğiyle yürütülen “Afetlere Dirençli ve Sürdürülebilir Kentler İçin Doğa Temelli Yaklaşımlar: Antakya Örneği” başlıklı ulusal projemizle birlikte, Avrupa Birliği destekli yürüttüğümüz “EPD-Net Filling the Gap: Development of Ecological Planning and Design Learning Network and Adaptive Smart Training Module for Disaster Resilient and Sustainable Cities” başlıklı uluslararası proje kapsamında hazırladığımız bildiriyi, uluslararası akademik camiayla paylaştım: “Spatial Analysis of Earthquake Damage in Ecologically Sensitive Areas: The Case of Antakya Post-2023 Earthquake.”

Ancak bu seyahat yalnızca bir bildiri sunumundan ibaret değildi. Tıpkı Madrid ve Havana’da olduğu gibi, Seul ve Tokyo sokaklarında da kâğıttan, haritadan ve sunumdan taşan bir gerçeklik vardı.
Küresel ölçekte refahın ve teknolojik kalkınmanın simgeleri olan bu iki mega kentte, daha ilk bakışta her şeyin “işlediğini” görüyorsunuz: düzgün altyapı, akıllı ulaşım sistemleri, dakik işleyen toplu taşıma, pırıl pırıl caddeler, düzenli ve çalışkan insanlar…

Yıllar önce bir Japon bilim insanı şöyle demişti bana: “Biz afetleri önlemeyiz, ama yönetmeyi mükemmelleştirdik.” Bu cümle zihnime kazındı. Çünkü Antakya’da hâlâ yıkıntıların altında kalan yalnızca bedenler değil, aynı zamanda doğa ile bağını yitirmiş bir kent hafızasıydı. Ve belki de Tokyo’da, gökdelenlerin gölgesinde yürürken fark ettim: Yüksek teknoloji, insana dokunuyorsa gerçekten kıymetlidir.

Sessiz Afetler, Yüksek Dayanıklılık: Tokyo ve Seul’den Öğrenilecekler:

Güney Kore ve Japonya, yalnızca Asya'nın değil, dünyanın da afet riski en yüksek bölgeleri arasında yer alıyor. Depremler, tayfunlar, volkanik aktiviteler, ani seller… Ancak bu coğrafyada dikkat çeken asıl şey afetin büyüklüğü değil, ona verilen cevabın derinliği. Metro istasyonlarının iç kısımlarında, apartman girişlerinde, parklarda, okul bahçelerinde; her yerde “görünmeyen” ama hep hazır bir şey vardı: hazırlık. Bu ülkelerde afet, olağanüstü değil olağan bir durum olarak kabul ediliyor. Bu da günlük yaşam pratiklerine entegre edilen sistemlerle karşılık buluyor:

Tokyo’da bindiğim her metro vagonunda, cam kenarına iliştirilmiş küçük bir acil durum kiti vardı ya da sıradan bir parkın içinde, çocuk oyun alanının altına entegre edilmiş deprem sığınağı ile karşılaştım. Her iki şehirde de binaların kolonlarında küçük ekranlar, bina hareketlerini ve ivme değişikliklerini anlık olarak gösteriyor.

Fakat bu fiziksel hazırlıkların arkasında çok daha köklü bir şey var: kültürel hazırlık. İnsanlar afetin geleceğini biliyorlar. Ama ondan korkarak değil, ona saygı duyarak yaşıyorlar. Bu, kadim doğu felsefeleriyle modern mühendisliğin benzersiz bir birleşimi gibi…

Peki bizde durum nasıl? 2023 Antakya Depremi sonrası sahaya yaptığımız incelemelerde gördüğümüz manzara, bu anlayıştan çok uzaktı. Yapılar yıkılmıştı, ama daha önemlisi: bağ dokusu yıkılmıştı. İnsanlar yalnızdı. Kurumlar çaresiz ve etkisiz kalmıştı. Dirençlilik, organize bir çaba olmaktan çok bireysel bir çırpınış hâlini almıştı.

Üniversitemizce desteklenen BAP Projesi kapsamında yürüttüğümüz mekânsal analizlerde bunu çok net gördük: Ekolojik hassasiyet bölgeleri, yapılaşma baskısıyla ezilmişti. Zemin uygun olmayan yerler yeniden ve yeniden yapılaşmaya açılmıştı. Yani Antakya yalnızca depreme değil, planlama ihmallerine, ekolojik körlüklere ve sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sessizliklere yenilmişti.

Sessiz Afetler, Derin Hafızalar: Seul ve Tokyo’nun Kent Bilinci Üzerine Notlar:

Dünya haritasında bir çizgi çektiğinizde, Antakya ile Tokyo arasında yalnızca binlerce kilometrelik bir mesafe değil; aynı zamanda kültürlerin, disiplinlerin, duyarlılıkların ve hazırlık anlayışlarının arasında uzanan derin bir farklar coğrafyası belirir. Bu fark, yalnızca zenginlik ya da teknoloji düzeyiyle açıklanabilecek bir şey değildir. Aksine, bu fark; geçmişle kurulan ilişki, doğa ile kurulan bağ ve toplumsal hafızanın nasıl işlendiğiyle ilgilidir.

Tokyo ve Seul’de bulunduğum sürede, afetlere karşı alınan önlemlerin yalnızca mühendislik becerisi değil, aynı zamanda bir yaşam kültürü olduğunu gördüm. Sözgelimi, Tokyo’da yürürken, sıradan bir apartmanın önünde duran portatif bir deprem acil tahliye kiti veya bir anaokulunun iç duvarına sabitlenmiş çocuklara yönelik afet oyun panosu beni çok etkiledi. Afet burada, eğitim sisteminin, mimari disiplinin, şehir yönetiminin ve bireysel sorumlulukların ortaklaştığı bir yaşam pratiği hâline gelmişti. Bunun temelinde yatan felsefe, doğayı yenmek değil; doğayla birlikte var olmayı öğrenmekti.

Doğaya Karşı Değil, Doğayla Beraber Yaşamak:

Tokyo, neredeyse her yıl çeşitli büyüklükte depremlerle sallanır. Japon halkı bu durumu, "Shikata ga nai" yani "yapacak bir şey yok, bu da hayatın bir parçası" anlayışıyla karşılar. Bu teslimiyetçi gibi görünen ifade, aslında bir tür hazırlıklı olma halidir. Çünkü onlar bilirler ki doğa; öngörülemez, durdurulamaz ama okunabilirdir. Ve bu okumayı doğru yapmak, hayat kurtarır.

Aynı şekilde Seul’de de doğa ile şehir arasında gerilimli ama dikkatle kurulan bir denge vardır. Nehir taşkın alanlarının önüne yapılan ekolojik tampon bölgeler, parklaştırılmış yeşil koridorlar, geçirgen yüzeyli zeminler, yalnızca estetik değil; risk azaltma araçlarıdır. Bu şehirlerde bir afet olduğunda insanların nereye gideceği, orada neyle karşılaşacağı, kimin ne yapacağı bellidir. Bu bir refleks, bir kolektif bilinç hâline gelmiştir.

Antakya: Hafızası Tahrip Edilmiş Kent:

Antakya ise, tam tersine, doğa ile olan ilişkisini hem fiziksel hem kültürel olarak yitirmiş bir kent görünümündeydi. 2023 depreminin öncesinde ve sonrasında yaptığımız incelemelerde görmüştük ki, kentin mekânsal planlaması, topografya, jeoloji ve ekolojik duyarlılıklar gibi doğal faktörlerle hemen hiçbir bağ kurmamış. Yapılar, eğimli yamaçlara; zemin sıvılaşması riski olan bölgelere; akarsu havzasının üstüne inşa edilmişti. Kent planı, doğanın aklına değil, kısa vadeli çıkar ilişkilerine göre kurulmuştu. Ve daha da acısı: afet anında insanlar nereye kaçacaklarını, kimden yardım isteyeceklerini, hangi binanın güvenli olduğunu bilmiyorlardı.
Çünkü afet yönetimi bizde, ne eğitim sistemine entegre, ne yerel yönetimlerin refleksinde, ne de bireylerin gündelik hayatında yer alıyordu. Bu bir teknik yetersizlik değil; toplumsal bir hazırlıksızlık, kültürel bir eksiklikti. Bu da büyük bir yıkıma ve tarifi ve telafisi mümkün olmayan büyük bir acıya dönüştü…

BAP Projemiz kapsamında gerçekleştirdiğimiz mekânsal analizler, bu ihmalkârlığın veriye nasıl yansıdığını da net biçimde ortaya koydu. "Spatial Analysis of Earthquake Damage in Ecologically Sensitive Areas" başlıklı çalışmamızda, Antakya’nın yapı stokunun büyük kısmının ekolojik olarak hassas, topografik olarak riskli bölgelerde kümelendiğini gördük. Ayrıca: eski dere yataklarının ıslah edilmeden yapılaşmaya açıldığını, zemin sınıfına ve doğal peyzaj karakterlerine göre yapılaşma kararlarının dikkate alınmadığını tespit ettik. Bu bulgular, yalnızca bilimsel bir rapor değil, aynı zamanda bir toplumsal travmanın mekânsal anlatısıdır. Antakya yalnızca yıkılmadı. Aynı zamanda; “planlamanın olmaması da bir planlamadır” cümlesinin trajik örneği hâline geldi.

Doğudan Batıya: Bir Vicdan ve Bilgelik Kıyası:

Tokyo’da afet riskiyle birlikte yaşayan bir halk, afetin varlığını bir tehdit olarak değil, bir öğretici olarak kabul ediyor. Seul’de ise afet, toplumsal bir bağ kurmanın, birbirine güvenmenin ve yerel dayanışmanın gerekçesi hâline gelmiş. Peki ya biz? Bizde afet, hâlâ “başımıza gelmesin diye dua edilen”, “olursa da kaderimiz buymuş” denilerek sineye çekilen bir kader meselesi. Oysa afetler ne kaderdir ne tesadüf. Onlar, hazırlıksızlığın, eşitsizliğin ve bilgisizliğin sert yüzüdür.

Bu nedenle üniversitemiz ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen projelerimiz gibi projelerin taşıdığı anlam, sadece teknik bir kapasite inşası değil; aynı zamanda etik, kültürel ve insani bir çağrıdır.
Bilimi toplumla, planlamayı vicdanla buluşturmak, bugünümüzü anlamlı, yarınımızı mümkün kılar.
Çünkü afet yönetimi, sadece acil durum çantası hazırlamak değil; çök, tutun, kapan söyleminden ibaret de değil; adaletli bir şehir kurmakla ilgilidir.

Dirençlilik, Hafıza ve İnsanlık: Antakya ile Tokyo Arasında Bir Vicdan Diyalektiği:

Dirençlilik… Son yıllarda pek çok uluslararası belgede, akademik metinde ve kentsel planlama stratejisinde karşılaştığımız bir kavram. Ama bu kelimenin gerçek anlamı, çoğu zaman istatistiklerin, yapı normlarının ve fon kaynaklarının soğuk sayfaları arasında kayboluyor. Benim için dirençlilik, yalnızca yapıların ayakta kalması değil; toplumların belleğini, umudunu, hafızasını ve birlikte yaşama iradesini sürdürebilmesidir.

Tokyo’da yürürken bunu düşündüm: Sarsıntılarla yaşayan ama ruhsal bir çöküş yaşamayan bir toplum… İnsanların gözlerinde bir bilinç vardı. Deprem onların bir parçasıydı, korkmadıkları ama ciddiye aldıkları bir eşikti. Çünkü bu şehir, yıkımı da görmüştü; yeniden doğmayı da…Ve en önemlisi, doğa karşısında tevazuyu öğrenmişti. Her şeyin en sağlamı değil, doğayla en uyumlu olanı ayakta kalıyordu burada. Bu bilgelik, bilimle birleşince “dirençli şehir” dediğimiz şey ortaya çıkıyordu. Oysa Antakya’da başka bir şey gördüm. Depremin yalnızca binaları değil, insanın ruhunu da yıktığını…
Kimi yerde gözyaşına dönüşmüş bir çaresizlik, kimi yerde öfkeye dönüşmüş bir sessizlik…
Ve her yerde şunu duydum: “Bizi unuttular.”

Asıl mesele belki de burada gizliydi: dirençlilik sadece yapısal değil, aynı zamanda duygusaldır.
Unutulmamak, görülmek, duyulmak… Toplumun direnç göstermesi için önce bir sesin ona “seninleyim” demesi gerekir. İşte bu nedenle, Antakya ile Tokyo arasındaki fark sadece mühendislik ya da ekonomi farkı değildir. Bu fark, aynı zamanda toplumun afetlerle, bilimle, doğayla ve birbiriyle kurduğu ilişkinin farkıdır.

Bir Bilim İnsanının İç Sesi: Sunumlar, Sorular ve Sessizlikler Arasında:

Kongrede bildirimi sunmadan önce diğer sunum yapan kişilere baktım. Onlarca ülkeden gelen araştırmacılar, planlamacılar, mühendisler, afet uzmanları… Her biri kendi ülkesindeki yaşananlardan dersler çıkarıp çözüm üretmeye çalışan meslektaşlar. İnsan burada, bilimin evrensel bir dil olduğuna bir kez daha inanıyor. Ama daha da önemlisi: bilimin vicdanla birleştiğinde gerçek anlamını bulduğunu hissediyor. Bildirimi sunarken, o salon sessizleşti. Antakya’nın deprem öncesi ve sonrasındaki görüntüleri, yanlış planlamanın nasıl insanlar için bir yıkıma ve acıya dönüşeceği ve ekolojik planlamanın nasıl fark yaratabileceği ile ilgili mesajlarım… Her biri yalnızca bir analiz değil, bir hafıza kaydıydı. Ve o an fark ettim: Bu sadece bir sunum değil, aynı zamanda bir çağrıydı.“Bakın, burada bir şehir sustu. Şimdi biz konuşmalıyız.”

Bu kongrede şunu düşündüm…. Evet, biz bilimsel ve akademik projeler yapıyoruz, veri işliyoruz, algoritmalar kullanıyoruz… Ama aslında yaptığımız şey, sessiz kalmış toprakların hikâyesini anlatmak. Ve belki de bilim insanı olmak, tam olarak budur: Görülmeyeni görünür kılmak. Duyulmayanı dillendirmek. Unutulanı hatırlatmak.

Bilimin Gölgesinde İnsan Kalmak:

Kongreler, sunumlar, akademik ağlar… Hepsi çok kıymetli. Ama bana en çok dokunan şey, katıldıım kongrede “Her yerde afetin var olduğu ama bizim en büyük problemimizin, Türkiye’de ve bir çok yerde kimsenin bilimsel veriye dayalı çıktıları afet yönetiminde ve kent planlamasında yeterince dikkate almak istememesi. Aslında ben sunumumda Antakya’yı anlattım ama aslında pek çoklarını anlattım ve bizim gibi ülkelerdeki milyarlarca insanın çağrısına ses oldum.”

Sunumumda vermeye çalıştığım mesaj tam olarak şuydu. Kentlerin yalnızca mühendislikle değil, hafızayla, doğayla ve adaletle de planlanması gerektiği… Ekolojik planlama ve tasarımın yalnızca çevre duyarlı değil, aynı zamanda sürdürülebilir ve dirençli kentler ve toplumlar yaratmak için planlama modeli olarak da işlev görebileceği… Mekânsal analizlerin harita üretmenin ötesinde, toplumsal hafızayı görünür kılmanın bir aracı olabileceği… Ve belki de en önemlisi, kırılgan coğrafyaların kendi seslerini duyurabilmesi için bilimin tercüman olabileceği... Benim için bu sunum, yalnızca bir araştırmayı paylaşmak değil; aynı zamanda insanların kalbine ve zihnine sessiz ama derin bir mesaj ulaştırmaktı:

“Afetler teknik sorunlar değildir; toplumsal sorumluluk çağrılarıdır. Görülmeyeni görünür kılmak, sadece akademinin değil, insanlığın görevidir.” Bu mesaj, yazının başından beri anlatmaya çalıştığım şeyin özetiydi. Bir kentin yıkımı, sadece o kente ait değildir. Ve bir bilim insanının sorumluluğu, yalnızca çözüm üretmek değil; başkalarının sesine yer açmaktır.

Sadece Bir Proje Değil, Yeni Bir Değer Haritası:

Tam da bu noktada Avrupa Birliği tarafından desteklenen EPD-Net projemizin taşıdığı anlam çok daha derinleşiyor. Bu proje, afetlere karşı dirençli ve sürdürülebilir şehirler yaratmak için teknik araçlar, eğitim modülleri, yapay zekâ destekli analizler üretiyor evet… Ama daha fazlası: Bu proje, dünyanın farklı yerlerinde kırılgan olan topluluklar arasında bir vicdan köprüsü kurmaya çalışıyor. Çünkü bilgi, paylaşılmazsa biriktikçe yük olur… Çünkü dayanışma, coğrafyayla sınırlanamaz…Ve çünkü direnç, yalnızca mühendislik problemi değil; bir etik inşa sürecidir... Ben bu projeye, yalnızca bir akademik görev değil; aynı zamanda bir insanlık misyonu olarak bakıyorum. Çünkü Antakya’da gördüğüm yıkım, yalnızca Türkiye’nin meselesi değil; Tokyo’da alınan önlem de yalnızca Japonya’nın başarısı değil. Bu artık küresel bir sorumluluk.

Bir şehir sadece binalarla kurulmaz. Onu ayakta tutan şey; birlikte yaşama arzusu, adalet duygusu ve geçmişle kurulan sağlıklı ilişkidir. Tokyo dirençli çünkü geçmişini sahiplenmiş; Seul dirençli çünkü toplumuna güveniyor. Antakya ise, hâlâ geçmişin enkazından hem fiziksel hem de duygusal olarak kalkmaya çalışıyor.

İşte bu yüzden, bizim mücadelemiz yalnızca betonarme kolonları güçlendirmek değil; toplumsal dayanışma kaslarımızı yeniden inşa etmektir. Ve bu yolculukta üniversitemiz ve AB tarafından desteklenen yürüttüğümüz bu projeler gibi projeler, yalnızca bilgi değil, umut üreten küresel bir platformdur.

Sonuç – Hatırlamak, Onarmak ve Umudu Paylaşmak Üzerine:

Bu yolculuk boyunca bir bilim insanı gibi düşündüm, bir kent plancısı gibi analiz ettim, bir entelektüel gibi sorguladım. Ama en çok da bir insan gibi hissettim. Ve şunu öğrendim: Depremler yalnızca fay hatlarını değil, insanlık hatlarını da kırıyor. Seul'de, Tokyo'da, tıpkı geçen ay ziyaret ettiğim Madrid'de, Havana'da olduğu gibi… Farklı mimariler, farklı sistemler, farklı diller… Ama aynı temel ihtiyaçlar: güven, aidiyet, adalet, görünür olmak.

Tokyo’nun sarsıntılara rağmen ayakta duran sakinliği ile Antakya’nın sessiz çığlığı arasında kurduğum o zihinsel köprü, aslında kendi içimde de bir köprü kurmamı sağladı: Bilimle vicdan, veriyle duygu, haritayla hikâye arasında bir bağ… Çünkü anladım ki: Biz yalnızca şehirleri planlamıyoruz.
Biz gelecek kuşaklara kalacak hafızayı tasarlıyoruz.

Antakya’da yıkılan yalnızca binalar değildi. Birbirimize olan güvenimiz, doğayla kurduğumuz denge, hafızamıza sahip çıkma irademiz de sarsıldı. Ama aynı zamanda, bu yıkımın içinden filizlenen bir başka şey daha vardı: Birlikte yeniden düşünme ihtiyacı.

İşte tam bu noktada üniversitemin ve Avrupa Birliği’nin desteği ile yürüttüğümüz bilimsel çalışmalar, yalnızca teknik çıktılar üreten bir araştırma faaliyeti değil; bir uyanışın, bir sorumluluğun, bir ortak geleceğin adı oldu. Bu projeler sayesinde sadece planlama yapmıyoruz; aynı zamanda bir çağrı yayıyoruz: “Daha adil, daha dayanıklı, daha insan merkezli şehirler mümkündür. Yeter ki hatırlayalım; yeter ki sorumluluk alalım.” Bugün biz bilim insanları, yaptığımız çalışmalarla aslında yalnızca mekânları değil, insanlığın yönünü de şekillendiriyoruz. Bu nedenle işimiz hesap yapmak değil; vicdan üretmektir. Kent planlaması bir meslek değil, çağımıza karşı verilmiş bir etik yanıttır.

Ve ben, tüm bu yolculuktan sonra şunu bir kez daha içtenlikle söylüyorum: İster Antakya’da, ister Tokyo’da, ister Madrid, ister Havana’da olsun; insanların ihtiyaç duyduğu en büyük şey, görülmek ve önemsenmektir. İşte bu yüzden planlama, veri ve yapay zekâyla değil; şefkatle ve adaletle başlamalıdır. Ben, bu satırları yazarken yalnızca bir kent uzmanı olarak değil; bir yurttaş, bir baba, bir insan olarak yazıyorum. Çünkü bizim işimiz gelecek kurmak. Ve geleceği ancak birlikte, hatırlayarak, onararak ve umudu paylaşarak kurabiliriz.