(Geçen haftaki “Müteahhit (!)” yazısından devam…)
Geçen hafta bir yazı yazdık… Başlığı “Müteahhit (!)”di. Dedik ki, Almanya’da sekiz bin müteahhit var, bizde dört yüz elli bin. Dedik ki, bizde çocuk “anne” demeden önce “inşaat” diyor. Dedik ki, bu ülke taş üstüne taş koymayı değil, beton üstüne beton koymayı öğrendi.
Yazı çok okundu. Çok paylaşıldı.
Ama yazıya gelen en önemli tepki şuydu: “Tamam hocam… Müteahhitleri yazdın da, vatandaşı da yaz biraz! Haklıydılar. Çünkü bu ülkede dört yüz elli bin müteahhit varsa, onların karşısında dört yüz elli kere daha çok vatandaş var. Üstelik vatandaşın hâli, müteahhitten çok daha ağır. Çünkü müteahhit en fazla batıyor. Vatandaş ise enkaz altında kalıyor.
O yüzden bu hafta söz müteahhitten değil, vatandaştan. Bu beton düzeninin en sessiz, en kırılgan, en yalnız kurbanından…
Bir Vatandaşın İtirafı: “Ben de Suçluyum Ama En Çok Mağdurum”
Ev hayali bu ülkede bir çocuğun ilk hayalidir. “Büyüyünce doktor olacağım” diyen kalmadı, ama “Bir gün bir evim olacak” diyen milyonlarca insan hâlâ var. Yıllarca çalıştık, maaş bordrolarında kaybolduk, bankaların kapısında umut biriktirdik. Bir ev için… Sadece bir ev. Bir oda, bir salon, bir pencere. Bu ülkede ev, lüks değil; kimliktir. O yüzden ev alamayan insan kendini eksik hisseder. Sanki hayata eksik başlamış gibi.
İşte vatandaşın dramı burada başlıyor. Biz evin tapusuna baktık, ama kolon demirine bakmadık. Müteahhittin “merak etmeyin, bu bina sağlam” sözüne güvendik, ama o sözün altındaki mühendis imzasına bakmadık. Balkonu geniş görünce sevindik, ama yapanın geçmişini, tecrübesini merak etmedik. Ev almadık…Umut aldık.
Sonra bir gün kiralar uçtu, taksitler kabardı, ev hayali gerçek olmaktan çıkıp masala dönüştü. Bu kez ev alma umuduyla evsiz kalan bir toplum olduk.
Kira Ödeyen Vatandaş - Kira Artıran Vatandaş Kavgası
Bu ülkede en hüzünlü cümlelerden biri şu: “Hocam ev sahibim çıkmamı istiyor.”
Bir yanda otuz yıldır kirada yaşayan emekli var. İki göz odasında torunlarını büyüten kadın var. Kirayı ödeyebilmek için marketteki aldığı peynirden, evinin ekmeğinden kısmak zorunda kalan baba var.
Öte yanda bir ev sahibi var. Kendisi de haklı. “Ben de evime oturmak istiyorum” diyor. Ya da “Kiradan gelen gelirle evimi geçindirmek, çocuğumu okutmak istiyorum” diyor. O da bir vatandaş.
Ama devlet gerçek bir sosyal konut politikası üretmediği / üretemediği için, bu iki vatandaş aynı sofrada birbirine düşman ediliyor.
Kiracı diyor ki, “Bu kira olmaz!” Ev sahibi diyor ki, “Ben de mağdurum!” Ve iki vatandaşın kavgası yükselirken, arada sakince oturup izleyen birileri var: Faiz, enflasyon ve denetimsizlik.
Evet, Çok Konut Yapıyoruz… Peki Kime?
Geçen hafta yazmıştık: Bu ülkede her yer vinç, her yer şantiye. Dünyanın en üretken inşaat ekonomilerinden biriyiz. Ama bir soru var: Madem bu kadar konut üretiyoruz, neden vatandaşı “ev”lendiremiyoruz?
Çünkü yapılan konut vatandaşa değil, yatırımcıya, fonlara, yabancı alıcılara, hatta çoğu zaman “kâğıt üzerinde” dönüşen varlıklara yapılıyor. Konut var… Ama ev yok. Daire var… Ama yuva yok. Metrekare var… Ama yaşam yok.
Bir şehir dönüşüyor ama vatandaş yerinde sayıyor. Kentsel dönüşüm yapıyoruz,
ama vatandaş dönüşemiyor: Kiracı hâlâ kiracı, mağdur hâlâ mağdur.
Bu ülkede ev almak, artık bir hak değil, bir mucize. Bir ev almak için… 30 yıl çalışırsın, biriktirirsin,10 yıl borçlanırsın… Fark edilmez bir gerçek daha var: Bu ülkede ev almak sadece ekonomik değil, psikolojik bir yük. Bir toplum düşün ki, ev alamayan genç “kendini yetersiz” hissediyor, ev alamayan baba “çocuğuma yuva sağlayamadım” diye utanıyor, ev alamayan öğretmen “bu maaşla nasıl olacak?” diye geceleri uyuyamıyor, ev alamayan emekli “ölmeden önce bir evim olur mu?” diye hesaplıyor.
İşte bu yüzden sosyal konut politikası “hep” yetersiz olan bu ülkede ev, bir barınak değil, bir özgüven meselesi. Türkiye’de ortalama konut fiyatı, ortalama yıllık gelirin 22 katı olmuş. OECD’de bu oran 7–8 kat. Yani dünyada ev alma ihtimalinin en düşük olduğu ülkelerden biriyiz.
Bugün bir üniversite mezunu genç, ev almak için ömür boyu çalışsa bile yetmiyor. Hatta artık gençler ev hayali kurmuyor; “kirayı ödeyebilir miyim?” hayali kuruyor. O da gerçekleşirse bayram ediyor.
Bir de diğer grup var: Kiraya çıkmak için depozito - peşinat biriktiremeyen milyonlarca genç. Bugün İstanbul’da kiraya çıkmak, Kopenhag’da yaşamak kadar pahalı. Ankara’da bir öğrenci evinin kirası, Berlin’de bir üniversite lojmanına eş değer. Devlet yurdu bulamayan öğrenci, özel yurt fiyatını görünce gözleri doluyor; ev tutmaya kalksa kirası babasının maaşından fazla.
Genç çiftler var. Yeni evliler. Aşkları taze, ama kira kontratı eski. Evlendiklerinin birinci yıldönümünde ev sahibinden gelen o meşhur mesaj: “Hayırlı olsun, kira yeni yılda şu kadar olacak.”
Şaşırmıyorlar. Çünkü bu ülkede ev sahibi olmak kadar evde kalmak da zor. Ev alamayan genç, artık ev tutamıyor. Ev tutamayan genç, anne-babasının yanına geri dönüyor. Yani bu ülkede sadece konut değil, gençlik de çöküntü bölgesi ilan edildi.
Bir ülke düşünün… Evin metrekaresi büyüyor, ama vatandaşın yaşam alanı daralıyor. İnşaat sektörü büyüyor, ama vatandaş küçülüyor. Kuleler yükseliyor, ama umutlar alçalıyor.
Ve her yeni konut projesinin önüne aynı tabela asılıyor: “Lüks yaşam sizi bekliyor.” Evet… Lüks yaşam gerçekten bekliyor. Ama vatandaş hâlâ beklemeye devam ediyor.
Enkazın Altındaki Vatandaş
Bu ülkede gerçek, en acı hâliyle ancak enkaz altında görünür. Siyasetin makyajı, medyanın süsü, vaatlerin rengi… Hepsi bir anda silkelenir. Geride sadece çıplak bir gerçek kalır: Vatandaş.
Deprem, bu ülkenin en acı öğretmeni. Ve ne yazık ki, en çok dersi alan değil; en çok bedel ödeyen hep vatandaş oluyor. Enkazın altında kalan bir çocuk düşünün… Küçücük elleriyle betonu tırmalayan. Yanında annesi, babası, kardeşi… Aralarında bir duvar değil; yılların ihmali, rantı, göz yumulan kolonları var.
Vatandaş deprem olduğunda enkaz altında kimseyi suçlamaz. Çünkü orada suçlamaya vakit yoktur. Sadece bir cümle vardır: “Bir ses var mı?”
Ama o ses aslında yalnızca insan aramaz. Vicdan arar. Denetim arar. Sistem arar. Devlet arar. Bir ülkenin onurunu arar. Enkazdan çıkan sadece bedenler değil; bir milletin hafızasıdır. Ve hafıza hep aynı soruyu sorar: “Biz bunu hak edecek ne yaptık?”
Cevap nettir: Vatandaş hiçbir şey yapmadı. Sadece güvendi. Ve bu ülke, güveneni cezalandıran bir düzene dönüştü. Vatandaş, müteahhittin vaadine güvendi. Belediyenin onayına güvendi. Devletin “yönetmelik var” sözüne güvendi. Denetim firmasının logosuna güvendi.
Sonra bir gün deprem oldu… Ve o güven kırıldı. Ama kırılan sadece güven değildi; hayattı. Bir ülkenin büyüklüğü, gökdelenlerinin yüksekliğiyle değil, enkaz altındaki vatandaşını ne kadar koruyabildiğiyle ölçülür. Merak etmeyin… Biz müteahhitleri koruduk. Ama vatandaş… Yıkıntıların altında kaldı.
“Kentsel Dönüşüm” Yetmez… Kırsal Dönüşüm Olmadan Türkiye Ayağa Kalkmaz
Bugün Türkiye’nin en çok konuştuğu konu: Kentsel dönüşüm.
Doğrudur. Dönüşmeli. Daha da dönüşmeli. Ama bir soru var: Nereye kadar? Sadece kentleri dönüştürmek “konut sorunsalı için yeterli olacak çare mi?
Çünkü bu ülke sadece şehirlerden ibaret değil. Bu ülke Trakya’nın buğday tarlasıdır, Ege’nin zeytinlikleridir, Torosların yaylasıdır, Kars’ın merasıdır, Anadolu’nun köyüdür. Bugün köyler boşalıyor. Kasabalar yaşlanıyor. Tarlalar ekilmiyor. Köy okulları kapanıyor. Üretim bitiyor.
Herkes şehre yığılınca, şehirde kiralar patlıyor, konut yetmiyor, altyapı tıkanıyor, trafik kilitleniyor, deprem riski artıyor. Bir ülke düşünün: Nüfusun %80’i şehirlerde; ama şehirlerin kapasitesi %50’ye göre planlı. Kalan %30? Tam anlamıyla şişme.
Ve bu şişme, en çok vatandaşı eziyor.
Kısır döngü şöyle ilerliyor:
Kırsal ölünce → şehir şişiyor,
Şehir şişince → konut fiyatı uçuyor,
Konut uçunca → vatandaş evsiz kalıyor,
Deprem olunca → evsiz çoğalıyor
İşte Türkiye’nin çözmesi gereken denklem tam olarak budur.
Kentsel dönüşüm, sadece kolon güçlendirme değildir. Kentsel dönüşüm, toplum mühendisliğidir. Ama kırsal dönüşüm olmadan, kentsel dönüşüm sadece pahalı bir makyaj olur. Gerçek dönüşüm şudur: Köyde yaşamı yeniden kurmak. Kasabaya iş getirmek. Tarımı yeniden cazip yapmak. Gençleri kırsala geri döndürmek. Tersine göç başlatmak. Köyde istihdam yoksa, şehirde kentsel dönüşüm işe yaramaz. Köy üretmezse, şehir tüketim yükünden çöker. Kırsal güçlenmezse, şehir krizden çıkamaz.
Türkiye’nin en büyük konut politikası, İstanbul’da yeni bina dikmek değil, Anadolu’ya yaşamı geri götürmek olmalıdır. Bir ülke sadece binalarla değil, coğrafyasıyla, köyüyle, insanıyla ayakta durur.
Kırsal kalkınmadan şehir kalkınamaz. Şehir kalkınmazsa vatandaş nefes alamaz. Vatandaş nefes alamazsa bir ülke büyüyemez. Ve bu kısır döngünün ortasında yine kim var? Vatandaş. Hem evsiz kalan vatandaş, hem enkazda kalan vatandaş, hem de bu düzenin altında ezilen vatandaş.
Bunca yoksunluğa, bunca engele rağmen, bu millet hâlâ ayakta. Hâlâ direniyor. Hâlâ umut ediyor. Hâlâ bir eve sahip olmak istiyor. Hâlâ kira derdinden kurtulmak istiyor. Hâlâ çocuklarını güvenli bir evde büyütmek istiyor. Hâlâ deprem olduğunda ölmemek istiyor. Hâlâ yaşamak istiyor.
Müteahhit çok… Siyaset çok… Rant çok… Ama vatandaşın isteği çok sade: Bir yuva. Bir huzur. Bir güven. Bu kadar. Bu ülkenin gerçek yükü, vinçlerin değil, vatandaşın omzunda.
Son Bir Umut Cümlesi: Vatandaş Uyanırsa, Ülke Uyanır…
Geçen hafta müteahhiti yazmıştık. Bu hafta vatandaşı yazdık.
Asıl gerçek şu: Müteahhitin de vatandaşın da kaderini belirleyen şey bir kişinin emeği değil… Bir ülkenin zihniyetidir.
Eğer vatandaş bilinçlenirse, bilim rehber olursa, sosyal devlet politikaları uygulanırsa, adalet işletilirse, kırsal kalkınırsa, şehir planlanırsa, denetim yapılırsa…
Bu ülke ayağa kalkar. O zaman ne müteahhit vatandaşın korkusu olur, ne vatandaş müteahhittin mağduru. O zaman ne kira vatandaşın kâbusu olur, ne ev sahibi vatandaşın düşmanı.
O zaman bu ülke bir enkaz değil, bir yuva olur.
Ve belki de en önemlisi… O zaman bu ülkenin en büyük müteahhidi, vicdanın ta kendisi olur.