(Üçüncü ve Son Perde : İlk hafta “Müteahhit (!)”, geçen hafta “Vatandaş (!)” idi… Bu hafta o iki yazının arasındaki fay hattını yazıyoruz.)

İlk hafta müteahhiti yazdık…

Dört yüz elli bin müteahhidi olan bir ülkeyi anlattık.

Sonra ikinci hafta vatandaşı yazdık…

Ev alma umuduyla evsiz kalanları, enkazın altında kalanları, kira ile hayatta kalmaya çalışanları konuştuk.

Şimdi üçüncü hafta…

Üçüncü ve son perdeyi; müteahhit – vatandaş açmazında kırılgan ülkeyi yazıyoruz…

Aslında biliyor musunuz fark ettik ki, müteahhit de, vatandaş da aynı hikâyenin iki yarısı. İkisi de vatandaş… Biri yapan, biri satın alan… Biri “ben yaptım” diyen, diğeri “ben de aldım” diyen… Deprem geldiğinde ikisi de aynı soruyu soruyor:

“Biz bunu hak edecek ne yaptık?”

Bir tarafta imza atan, diğer tarafta yine imza atan… Birinde ruhsatın altında, diğerinde kredi sözleşmesinin üstünde. Sonra… Bir gün yer sallanıyor. Beton konuşuyor. Kolon konuşuyor. Fay hattı konuşuyor. Ve o zaman anlıyoruz: Bu ülkenin en büyük açmazı müteahhit–vatandaş çekişmesi değil; aynı yanlışın iki tarafı olmamız.

Müteahhit–Vatandaş Döngüsü: Biri Yapar, Biri Yıkar, Biri Yıkılır

Bu ülkenin görünmeyen ama herkesin bildiği üçlü bir sistemi var: Müteahhit, vatandaş, devlet.

Müteahhit bina yapar. Vatandaş o binayı krediyle alır. Devlet de sonradan “gerekirse” açıklama yapar.

Müteahhit “Abi bu bina taş gibi” der. Vatandaş “Allah razı olsun” der. Devlet “biz yönetmelikleri güncelledik” der.

Sonra deprem olur… Müteahhit “projeye uygun yaptım” der. Devlet “sorumlular bulunacak” der. Vatandaş “ben sadece güvendim” der.

Bir de konuşmayan var:

Kolon…

O zaten çatlayarak konuşuyor.

Bu döngü kırılmadıkça, müteahhit de aslında güvende değil, vatandaş da. Müteahhit en fazla “mali kayıp” yaşar, şirketin adını değiştirir, başka firmayla devam eder. Vatandaş ise adresini bile değiştiremez… Çünkü artık adres yoktur.

Müteahhit masada risk hesabı yapar, vatandaş yastığın altında dua eder. Müteahhit “piyasa böyle” der, vatandaş “kısmet böyleymiş” der. Devlet “şartlar böyle” der. Aslında hepsi aynı şeyi söyler: “Böyle gelmiş, böyle gider.” Oysa bu cümle, bir ülkenin en büyük kırılganlık deklarasyonudur.

Ülkenin En Tehlikeli Fayı: Müteahhitlik Kültürü – Vatandaşlık Beklentisi

Türkiye’nin jeoloji haritaları fay hatlarıyla dolu. Ama asıl fay, haritalarda değil; kültürde.

Bir tarafta müteahhitlik kültürü: “Ne kadar kat çıkarsam o kadar iyi.” “Ne kadar ucuz malzemeyle işi bitirirsem o kadar kâr.” “Ne kadar çabuk satar, çıkar gidersem o kadar zekiyim.”

Öbür tarafta vatandaşlık beklentisi: “Güney cephe olsun, otopark olsun, salon geniş olsun, mutfak Amerikan olsun, taksite sığsın, gerisine bakmayız.”

İkisinin buluşma noktası: “Ucuz, hızlı, gösterişli.”

Bir ülke düşünün, müteahhit “hızlı” diye övünüyor, vatandaş “ucuz” diye seviniyor, devlet “rekor kırdık” diye açıklama yapıyor.

Kimse “sağlam mı?” diye sormuyor. “Bu toprak ne kadar taşıyabilir?” “Bu kent ne kadar nüfusu kaldırabilir?” “Bu bina kaç bardak çay değil, kaç şiddetlik deprem görür?”

Öyle bir kültür oluşuyor ki, müteahhit müşteri memnuniyetini, vatandaş can güvenliğinin önüne koyuyor; devlet de beton metreküpünü, bilim insanı sayısının önüne…

Bu yüzden, bu ülkenin asıl “aktif” fay hattı, doğuda, batıda değil; devamlı “idare ederiz” diyen zihniyettedir.

Afetleri Biz Yapıyoruz, Deprem Sadece Gelip Gösteriyor

Bu ülkede depremi konuşmayı severiz. Ama depremi beklerken yaptıklarımızı konuşmayız. Gerçek şu:

Afeti deprem yapmaz, afeti biz yaparız. Deprem, doğanın rutin işi. Milyonlarca yıldır olan bir hareket sadece. Ama aynı yerde beş katlı binayı, on katlıya çeviren biziz. Fay hattını taşıyamayacak kadar yükü aynı şehre yığan biziz. Dere yatağını konut alanına çeviren, tarım ovasını beton ovasına dönüştüren, heyelan bölgesine site diken biziz.

Sonra deprem gelir. O sadece, “Bakın, sizin yaptığınız bu” der.

Yani doğal afet, bizim yaptığımız yapay yanlışların faturasını tebliğ eden bir postacı gibidir.

Ve biz her seferinde, postacıya kızarız. “Ne bu ya, neden yine geldin?” deriz. Oysa mektubu yazan biziz.

Kentsel Dönüşüm Yapıyoruz Ama Karakter Dönüşümü Yapmıyoruz

Şimdi herkesin dilinde bir laf: “Kentsel dönüşüm.”

Televizyonda her tartışma programında var. Her panelde, her çalıştayda geçiyor. Her belediyenin broşüründe bir cümle: “Kentsel dönüşümde öncüyüz.”

Evet, binalar değişiyor. Cepheler yenileniyor. Eski binalar yıkılıyor, yerine asansörlü, otoparklı, mantolamalı bloklar geliyor. Peki karakter dönüşüyor mu? Müteahhitin “ucuz malzeme kullanayım” refleksi değişmeden, vatandaşın “metrekareye bakarım, statik projeyi bilmem” anlayışı kırılmadan, devletin “seçim öncesi imar affı patlatalım” alışkanlığı bitmeden hiçbir kentsel dönüşüm kalıcı direnç üretemez.

Dönüştürülen şey bina olunca, değişen şey sadece silüettir. Oysa değişmesi gereken zihniyet. Kentsel dönüşüm projeleri birer “estetik operasyon” gibi yapıldıkça, toplumsal MR çekilmeden, yerküremizi oluşturan sistemlerin tomografisi anlaşılmadan, sosyolojik analiz yapılmadan sadece boyalı makyaj olur.

Ve ilk büyük sarsıntıda o makyaj akar gider. Biz hâlâ “kolon güçlendirme” konuşuyoruz; oysa önce karar mekanizmasını güçlendirmemiz gerekiyor. Harita mühendisini, mimarı, inşaat mühendisini, jeoloji mühendisini, jeofizikçiyi, hidro-jeoloğu, plancıyı, yer bilimcisini, peyzaj mimarını karar masasının baş köşesine oturtmadan hiçbir dönüşüm gerçek olmaz.

Müteahhit Vatandaşın Korkusu, Vatandaş Müteahhitin Müşterisi Olmaktan Kurtulamazsa…

Bugün bu ülkede bir vatandaş ev almaya giderken en çok neden korkuyor? “Ya bu müteahhit beni kazıklarsa?”

Müteahhit ne düşünüyor? “Ya bu müşteri son dakikada vazgeçerse?” Yani iki taraf da birbirinden korkuyor. Kimsenin birbirine güveni yok. Ama kader ortaklığı var.

Ev almaya giden vatandaş, müteahhitten işini dürüst yapmasını bekliyor, ama çoğu zaman pazarlık konusu şu:

“Abi kombi fiyata dahil mi?” “Otopark var mı?” “Alt kat market olacak mı?” “Parke mi seramik mi?” Kolon nerede, kimse bilmiyor. Temel nasıl, kimse sormuyor. Zemin ne, çok az kişi merak ediyor.

Müteahhit, müşterinin bu zaafını biliyor: Gözü cephede, gözü manzarada, gözü mutfakta. Bu yüzden de içini kimse görmesin diye binanın içini ucuza, dışını gösterişli yapıyor. Sonra deprem oluyor. O çok beğenilen dış cephe yerle bir oluyor. Evin en çok fotoğraf çekilen salonu bir anda boşluğa bakıyor.

O noktada müteahhit de, vatandaş da aynı gerçekle yüz yüze kalıyor: Hiçbirimizin pazarlığını deprem ciddiye almamış.

Neden Bu Kadar Dirençsiziz? Çünkü Hepimiz Aynı Günah Defterinden Okuyoruz

Bu ülkenin kırılganlığını sadece müteahhite yüklemek kolaycılık. Sadece vatandaşa yüklemek haksızlık. Sadece devlete yüklemek samimiyetsizlik.

Gerçek şu: Hepimiz aynı günah defterinden satır satır okuyoruz. Müteahhit diyor ki: “Müşteri ucuz istiyor. Kaliteliyi önersem, ‘Ben onu anlamam’ diyor.” Vatandaş diyor ki: “Devlet izin vermiş, ruhsat vermiş, demek ki uygundur.” Devlet diyor ki: “Halk onu istiyor, piyasa böyle, ben ne yapayım?” Piyasa diyor ki: “Talep oldukça arz olur, kim ucuza mal ederse o kazanır.”

Doğa ise diyor ki: “Ne kadar insan yapımı ‘esnek gerekçe’ varsa hepsine karşı tek bir ‘katı gerçek’ var: Ben fizik kurallarıyla çalışıyorum.” Bu yüzden, bizim kırılganlığımızın kökünde tek bir taraf yok, toplu bir kollektif sorumsuzluk var. Herkes küçük bir açıdan haklı, ama sistemin geneli haksız.

Afetlere Maruz Kalan Sadece Binalar Değil, Tüm Hayatlar

Deprem olduğunda televizyona bakın. Binaları gösterirler. Kat sayısını, sokak adını, enkazın üzerindeki vinçleri… Ama gerçek afet, o binaların içinde yaşanan hayatlardır.

Kira yüzünden tartışan ev sahibi–kiracı, deprem olduğunda aynı enkazın altında aynı sesle bağırır:

“Yardım edin!”

Kentsel dönüşüm yüzünden evinden edilen kiracı, farklı semtte daha eski bir binaya taşınır, deprem olduğunda ilk yıkılan yine o binadır.

“Bir şekilde idare edelim” diyen vatandaş, “Bu seferlik göz yumalım” diyen yönetici, “Bu fiyatla bu malzeme çıkar hocam” diyen usta… Hepsi, farkında olmadan gelecekteki bir yıkım senaryosunun küçük figüranlarıdır. Ve gün gelir, figüranlar başrolde ölür.

Bu Ülkenin En Büyük Açmazı, En Büyük İmkânına Dönüşebilir mi?

Peki bu tablo içinde hiç mi umut yok?

Var.

Hem de tam bu açmazın içinde.

Çünkü bu ülkenin en büyük zenginliği de, en büyük kırılganlığı da aynı yerde duruyor: Müteahhit – vatandaş – devlet üçgeninde.

Müteahhit, “sadece kar eden adam” olmaktan çıkıp “yaptığı binanın arkasında duran usta” olabilir.

Vatandaş, “nasılsa devlet bakıyordur” kolaycılığından çıkar, “ben de sorumluyum, sorguluyorum” diyebilir.

Devlet, “imar affı” gibi bir kavramı sözlüğünden silip “denetim affedilmez” diye bir ilke koyabilir.

Bu üçü bir araya geldiği gün, bizim kader dediğimiz şey, aslında tercih olduğunu gösterecek. Bir ülkenin direncini, kaç vinci olduğuyla değil, kaç vicdanı olduğuyla ölçersin. Biz henüz vinç saymayı bırakıp vicdan saymayı öğrenemedik. Ama hâlâ geç değil.

Son Söz: Aynı Enkazın Altında Kalmadan Önce…

İlk hafta müteahhiti yazdık.

İkinci hafta vatandaşı.

Bu hafta ise, üçüncü ve son perdede ikisinin arasındaki görünmez ipi…

Biri olmadan diğeri olamıyor.

Biri değişmeden diğeri değişemiyor.

Ve ikisi de değişmeden bu ülke afet karşısında dirençli olamıyor.

Artık şunu kabullenmek zorundayız:

Bu topraklarda depremler bitmeyecek.

Seller bitmeyecek.

Heyelanlar bitmeyecek.

Ama yıkımlar bitebilir.

Kaybedilen canlar bitebilir.

“Keşke”ler bitebilir.

Eğer müteahhit, vatandaş ve devlet aynı masada aynı gerçeğe bakmayı kabul ederse…

Bu ülkenin en büyük müteahhidi artık beton değil, vicdan olur.

Ve işte o zaman, bu ülke afetlere maruz kalan kırılgan bir arazi değil; afete rağmen ayakta duran bir yuva olur.

Haydi kalın sağlıcakla…