1 Mayıs 2025’te Cai Xuzhe ve meslektaşları Song Lingdong ile Wang Haoze, Tiangong Uzay İstasyonu’ndaki uzun süreli görevlerini başarıyla tamamladı.
Bu görev, Çin’in iddialı uzay programı açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Görevin komutanı Cai Xuzhe, görev süresi boyunca bilim insanlarının “genel bakış etkisi” (overview effect) olarak adlandırdığı güçlü bir bilişsel değişim yaşadı. İnişin ardından Çin devlet televizyonuna konuşan Komutan Cai, şunları söyledi:
“Mavi gezegenimizi yörüngeden sayısız kez seyrettik. Dünya insanlığın ortak evidir ve onu birlikte korumalıyız.”
Bu sözler, yalnızca bilimsel bir gözlem değil; aynı zamanda insanlığın gezegeni koruma sorumluluğunu hatırlatan felsefi bir çağrı. Nitekim bu duygu, uzaydan bakarak gezegenimizin üzerinde yapay sınırları içermeyen kırılgan bir mavi küre olduğuna tanık olan pek çok astronotun da benzer şekilde ifade ettiği ortak bir bilinç hâlidir.
Gökyüzünden Gelen Farkındalık
Cai Xuzhe yalnız değildi. Uzay yolculuğundan dönen birçok astronot, çevreyi koruma motivasyonuyla yeniden şekillenen bir bilinçle geri dönüyor; Dünya’nın birbirine bağlı yaşam sistemlerini daha iyi anlama arzusuyla dolup taşıyor. NASA astronotu Edgar Mitchell bunu şöyle anlatmıştı:
“Aya ayak bastım, dünyaya döndüğümde ise tek yapmak istediğim insanlara bağırmaktı: Birbirinize kötü davranmayı bırakın. Anlamıyorsunuz ama hepsi bir.”
Benzer şekilde Apollo 14’ün diğer astronotu Alan Shepard, Dünya’nın o mesafeden bir mermer top gibi göründüğünü anlatırken sesi titremişti. Çünkü onlar artık başka bir şey görüyorlardı: Evimizi. Sadece bizim değil, milyarlarca canlının, binlerce yıllık tarihimizin, uygarlıklarımızın, sanatın, aşkın, acının, sevinçlerin ve umutların tek ortak mekânını. NASA astronotu Ron Garan bu hissi şöyle ifade eder:
“Uzayda geçirdiğim süre boyunca bir şeyi anladım: Biz Dünya’dan gelmedik, biz Dünya’yız. Dahası, sadece evrende var olmuyoruz; evren biziz.”
Bu türden farkındalıklar, yapay sınırların anlamsızlaştığı ve ortak kaderimizin daha görünür hale geldiği bir bilince işaret eder. Kanada hükümeti tarafından hazırlanan bazı raporlarda da belirtildiği üzere, görevlerinden dönen pek çok astronot çevreyi koruma yönünde güçlü bir eğilim gösteriyor. Önceliklerin bu şekilde yeniden düzenlenmesi, bilim insanlarının daha önce yok olduğunu düşündükleri türleri yeniden keşfettiklerinde duydukları heyecana benzer bir bilinç uyanışı yaratıyor. Bu da gezegenimizin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Kısaca bu bakış etkisi, insanlı uzay yolculuklarının başlangıcından bu yana pek çok astronot tarafından belgelenmiş bir fenomendir. Dünya uzaydan bakıldığında, uçsuz bucaksız evrenin içinde yüzen kırılgan bir yaşam vahası gibi görünür. Bu görüntü, insan bilincinde derin izler bırakır. Pek çok astronot, uzaydan baktıklarında ulusal sınırların görünmediğini, hatta yapay ve geçici olduğunu fark ettiklerini dile getiriyor. Bu bakış açısı, insanlıkla daha derin bir bağ kurulmasına vesile oluyor.
Bu dönüşüm, birçok astronotu yalnızca bilim insanı olarak değil, aynı zamanda küresel işbirliği ve barışın savunucusu olarak da yeniden şekillendiriyor. Tıpkı bir kurumun içinden gelen bir çalışanın, sistemin sorunlarını ilk elden görerek bir eleştirmene dönüşmesi gibi; astronotlar da yeryüzündeki toplumsal normlara karşı daha bilinçli bir duruş sergileyebiliyorlar. Sahi, biz neden bu bilinç sıçramasını yalnızca birkaç uzay yolcusuna bırakıyoruz? Neden yere bakarak yaşayan milyarlarca insan, mavi gezegenin ne kadar kırılgan olduğunu fark etmiyor?
Ve belki de tam da bu nedenle, ne zaman ki daha çok insan bu farkındalığı yaşar, bu tanıklıklar birikir, o zaman yukarıdan gelen bu ortak bilinç, dünyaya dair en ikna edici barış ve umut çağrısına dönüşebilir. Belki de gerçek kurtuluş, tam da o “yukarıdan gelen” birlik duygusunda saklıdır. Zira, “uzaydan dünyaya baktığınızda hiçbir sınır göremezsiniz. Oysa yere indiğinizde her yerde çizgiler var; ülkeler, ideolojiler, çıkarlar, nefretler, ayrımlar...” Bu, bir açıklama değil, bir itiraf... Uzaydan bakan bir insanın, yeryüzüne döndüğünde neden huzursuzluk yaşadığını anlatan yalın bir sarsılış…
Bakışlarımızı Yerçekimiyle Sınırlamamak
Biz, yere doğmuş insanlarız. Bakışımız yerçekimiyle sınırlı. Sınırlar bizim için haritalarda başlıyor, sokak aralarında keskinleşiyor, pasaportlarda mühürleniyor. Oysa uzaydan bakan göz, sınır değil, birlik görür. Kargaşa değil, bütünlük. Bencillik değil, kırılgan bir mavi küre...
Astronotların dönüşü, bir insanın yalnızca mekânda değil, zihninde de yolculuk edebileceğinin kanıtı. Çünkü oraya çıkan her astronot, dönüşte dünyaya başka bir gözle bakıyor. Bu yalnızca teknoloji ya da bilim değil, bir bilinç dönüşümü meselesi.
Uzaydan Dünya, sınırları olmayan, bir arada yaşamanın mümkün olduğu, farklılıkların eriyip insana dönüştüğü bir yuvadır. Ama yere döndüğümüzde ilk işimiz “biz” ve “onlar” ayrımı yapmak. Toprağa değil betona, dostluğa değil güce, doğaya değil tüketime yöneliyoruz. Belki de bu yüzden uzaya giden her astronotun gözleri yaşlıdır; çünkü yukarıda gördüğüyle yerde gördüğü arasındaki çelişki dayanılmazdır.
Belki de asıl “ilerleme”, Mars’a koloni kurmak değil, Dünya’da empatiyi yeniden inşa etmek olmalı. Uzaya çıkmadan da birbirimizi anlamanın, sınırları anlamsızlaştırmanın, birlikte yaşamanın yollarını aramalıyız. Doğrusu, yere çakılı bir yaşamda, gökten bakan yüreklerdeki bilgeliği ve farkındalığı aramak. Belki uzaya çıkamayız. Ama kendi içimize doğru bir yolculuk başlatabiliriz. Belki de en büyük görevimiz budur: Dünyayı yukarıdan gören bir farkındalığa, yere bastığımız her adımda sadık kalmak. Bu farkındalık, astronotların “uzaydan dünyaya baktığınızda sınırları göremezsiniz.” yaklaşımında saklı.
Uzay, yalnızca insan bedeninin değil, ruhunun da dışına çıktığı bir yer. Yerçekiminin hüküm sürmediği bu boşlukta, insan ilk defa kendi varlığını ve ait olduğu gezegeni, kendisinden bağımsız bir bütünlük olarak görür. Sınırlar yoktur. Askerler, bayraklar, savaşlar, pasaportlar, diller, dinler yoktur. Ne Berlin Duvarı ne Gazze sınırı ne de Himalayalar... Sadece evrenin sonsuz sessizliğinde asılı duran, yumuşak ışıklarla çevrili, mavi bir küre vardır.
Ve bu küre üzerinde, aynı kaygılara ya da korkulara sahip, aynı havayı soluyan, aynı hüznü hisseden insanlar yaşar. Ancak yere indiğimizde her şey değişir. Coğrafya çizgiye dönüşür. Siyaset çitlere. Kültürler kimlik kartlarına. İnsanlar “biz” ve “onlar” diye ayrılır. Oysa gökten bakan göz için hepsi yalnızca “biz”dir. Bu farkındalık, astronotların sözlerinde saklı olan kırılgan bir hakikattir.
Soluk Mavi Nokta: Sagan’ın İnsana Ayna Tutan Sözü
Bu noktada Carl Sagan’ın ölümsüz metni Pale Blue Dot (Soluk Mavi Nokta), bu duygunun felsefi zirvesini oluşturur. Sagan, 1990 yılında Voyager 1 uzay aracının 6 milyar kilometre öteden Dünya’nın fotoğrafını çekmesini istemişti. Fotoğraf, bir güneş ışını çizgisi içinde küçücük, neredeyse görünmez bir mavi leke gösteriyordu. Sagan bu görüntü üzerine şu sözleri yazdı:
“Orada. O lekenin üstünde, sevdiklerin, tanıdıkların, duyduğun herkes yaşadı. Bütün insanlık tarihi, bütün savaşlar, zaferler, dinler, ideolojiler... Hepsi o toz zerresinin üzerinde geçti.”
Bu satırları okuyan herkes bir anlığına sessiz kalır. Çünkü Sagan, uzayın karanlığından insanlığa bir ayna tutar. Ve o aynada yalnızca küçüklüğümüzü değil, sorumluluğumuzu da görürüz. Birbirimizi ötekileştirmenin, gezegenimizi yok etmenin, sınırlar için savaş çıkarmanın, ırk, din, cinsiyet üzerinden ayrım yapmanın ne kadar anlamsız olduğunu… Çünkü başka bir evimiz yok.
“Dünya şimdiye kadar bildiğimiz tek yuva,” der Sagan. “Onu korumak bizim sorumluluğumuz.”
Sınırlar Zihnimizde Başlar, Kalbimizde Kalkar
Astronotların gözlemleri ve Carl Sagan’ın sözcükleri bize tek bir şeyi anlatıyor: Biz bu gezegenin ortak mirasçılarıyız. Ne yazık ki, bizler bu mirası paylaşmayı değil, sahiplenmeyi tercih ettik. Savaşlar, küresel adaletsizlikler, mülteciler, kıtlıklar, iklim krizleri, pandemiler… Dünyanın bir köşesinde çocuklar beslenme yetersizliğinden yaşamını yitirirken, başka bir köşesinde bolluk israfla yarışıyor. Gazze’de yaşanan insanlık dramı, açlıkla boğuşan Asya ve Afrika köyleri, afetlere karşı dirençsiz milyarlar, susuz bırakılmış topluluklar ya da benzeri pek çokları… Tüm bu acılar, aslında tek bir şeyin sonucu; bu ortaklığın inkârının...
Oysa yukarıdan bakıldığında görünen yalnızca tek bir yaşam sahnesi, tek bir mavi yuvadır. Biz hâlâ bu sahneyi paylaştığımızı hatırlamakta zorlanıyoruz. Ama belki de kurtuluşun ilk adımı, sınırları haritalardan değil, zihinlerimizden silmekten geçiyor. Ve belki bir gün, sınırlar yalnızca tarih kitaplarında kalacak; insan kalbi ise nihayet birliğin coğrafyasına kavuşacak.
Bunu değiştirebilmek için illa uzaya çıkmamız gerekmiyor. Fakat belki hepimizin içinde küçük bir “astronot bilinci” yeşerebilir. Belki çocuklarımıza ülkelerden önce dünyayı, dillerden önce sevgiyi, bayraklardan önce gökyüzünü öğretiriz. Belki yere bakarken bir ülkeyi değil, tüm insanlığın ortak yuvasını görürüz.
Umudu Yukarıdan Yeniden Kurmak
Yazıyı kaleme alırken astronotların ortak sesi kulaklarımda yankılanıyor: “Sınır göremedim.” Onlar belki de ilk kez dünyayı “olması gerektiği gibi” görmüştü. Ve belki biz de, her sabah pencereye çıkıp gökyüzüne şöyle bir bakarak başlamalıyız güne. Belki bu küçük eylem, içimizde bir sınır daha siler. Bir duvar daha yıkar. Bir “öteki”yi daha “biz”e dönüştürür. Sonuçta, yukarıdan bakınca hepimiz aynıydık.
Belki de hep birlikte şu soruyu sormalıyız: Uzaya gitmeden de bir astronot gibi bakabilir miyiz dünyaya? Sınırların ötesine geçmeden, kalbimizin sınırlarını genişletebilir miyiz? Carl Sagan’ın tarif ettiği o “soluk mavi nokta”, yalnızca fiziksel bir yer değil; aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk, duygusal bir farkındalık, kolektif bir empati çağrısıdır. Orası evimizdir ama aynı zamanda vicdanımızdır. O noktaya her baktığımızda, tüm başarılarımızı, tüm kavgalarımızı, tüm sevinçlerimizi ve utançlarımızı birlikte taşıdığımızı hatırlamalıyız. Çünkü gerçekten de başka bir gezegenimiz yok. Ne geçmişimizi bırakabileceğimiz ne de hatalarımızı unutturabileceğimiz bir yer var. Her şey burada, her şey şimdi. Ve o yüzden bu dünya, bir coğrafyadan çok daha fazlası: Bu mavi küre, çocuklarımızın düşlerini, ölülerimizin anılarını ve doğmamışların umutlarını taşıyan tek sahne. Artık yukarıdan bakmayı öğrenmeli, birbirimizi yeryüzünden değil, gökyüzünden görmeye başlamalıyız. Çünkü yukarıdan bakınca hepimiz aynıydık… Ve belki, sadece oradan bakınca kimse kimseden üstün, kimse kimseye yabancı değildi.
İşte tam da bu nedenle, Eskişehir Teknik Üniversitesi Yer ve Uzay Bilimleri Enstitüsü olarak, otuz yılı aşkın geçmişimiz boyunca çalışmalarımız yalnızca yerden uzaya bakmakla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda uzaydan gelen veriler aracılığıyla, uzaydan yeryüzüne bakarak yeri ve onu oluşturan sistemleri anlamaya; daha dirençli ve sürdürülebilir bir gelecek için çözüm yolları araştırmaya odaklandık. Böylece uzayın sessizliğinden yere doğru süzülen verileri anlamlandırarak, gezegenimizin dinamiklerini, kırılganlıklarını ve potansiyelini çözümlemeye çalıştık. Uzaydan dünyaya bakmanın kazandırdığı bu bütüncül perspektif, yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda insani ve etik bir farkındalık da doğuruyor. İşte bu bağlamda, 1 Mayıs 2025’te Çinli astronot Cai Xuzhe ve meslektaşları Song Lingdong ile Wang Haoze’nin Tiangong Uzay İstasyonu’nda başarıyla tamamladıkları Shenzhou-19 görevi, yalnızca teknik bir başarı olarak değil, aynı zamanda insan bilincinin sınırlarını aşan bir farkındalık deneyimi olarak tarihe geçti. Çünkü artık biliyoruz ki, hem yukarıya bakmak hem de yukarıdan bakabilmek gerekiyor; yalnızca gözlemlemek için değil, anlamak, korumak ve birlikte yaşamak için.
Haydi; “Yerçekiminin etkisiyle yere çakılı kalmış gözlerimizle değil, göğe açılmış yüreklerimizle görelim birbirimizi”…