Yazının başlığını, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan çaldığım doğrudur.
Son divan şairi Şeyh Galib de “Hüsn-ü Aşk” mesnevisi için,
“Esrârını Mesnevî’den aldım
Çaldım velî mîrî malı çaldım”
demiş.
Hüsn-ü Aşk’ı, Mevlana’nın Mesnevi adlı eserinden çaldığını açıkça...
Biraz da kendini suçlayanlara meydan okuyarak açıklamış.
“Çaldım velî mîrî malı çaldım!”

Yani?

Yanisi, “devlet malı deniz, çalmayan…”

Devamını yazmayalım.

İşte öyle bir mana çıkar ki bu da Mevlana’nın Mesnevi’sinin insanlığın yararına sunulmuş…

Hani bir yerde kamu malı olduğu söylenebilir.

Bu mantık Şeyh Galib’i ne kadar temize çıkarır orası bilinmez.

Zaten bizim işimiz de Şeyh Galib’i yargılamak falan değil.

Biz kendi işimize bakalım.

Başladığımız şu yazıyı yazıp bitirebilirsek…

Ne ala.

Bugün Öyküm’ün ofisine gittim.

Oradan çıkınca kitapçıda ağzımı yüzümü salladığım için…

Bu konuda çok kızıyorum kendime.

Evin her yeri kitap!

Hepsini okudum mu?

Hayır!

Ama kitap almaya devam ediyorum.

Bu benim hastalığım.

Bu benim kaderim!

Alınyazım!

Kitapçıdan bir türlü çıkamayınca yağmura yakalandım.

Islandım, üşüdüm.

Yaz yağmuru falan demeyin!

Buz gibi soğuk bir yağmurdu.

Onun için, derdim günüm, Şeyh Galib’in Hüsn’ü Aşk-ı, Mesnevi’den aşırmasının doğru olup olmadığı değil.

Şu yazıyı bir an önce yazıp bitirmek.

Dolayısıyla, onu bunu karıştırmadan asıl yazacağıma odaklanacak olursam…

Şunu diyorum, yazının başlığını Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan almış…

Ya da çalmış olmam çok da kötü sayılmaz.

Sonuçta ben de “mîrî malı” çaldım demektir.

Çok bir şey de çaldığım söylenemez.

Sadece bir çağrışım da denebilir buna.

Sokakta, caddede; çarşıda pazarda gördüğüm…

Tanıdığım tanımadığım bazı ilginç insanları anlatan yazılar yazmak istiyorum.

Kim bilir, bizim bilmediğimiz nasıl bir dünyaları var bu insanların?

Bu insanları yazmak istiyorum.

Tabii ki yazıya gücümüz yeterse…

Yazabilirsek.

Belki, “Sokaktan İnsan Manzaraları” diye bir kitap olur ileride bu yazılar.

Hayatımızda ileri diye bir şey kaldıysa tabii.

Ansızın ölüvermek de var kaderde.

Sait Faik kırk sekiz yaşında öldü, karaciğeri sancılar içinde.

Orhan Veli otuz altı yaşında…

Oğuz Atay kırk üç yaşında…

Cahit Sıtkı “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” derken kırk altı yaşında öldü.

Her neyse.

Kaderde ne varsa o olur.

***

Bu yazıyla size, sokaktaki bu ilginç insanları anlatan yazılar yazma istediğimden söz etmek istedim.

Yazı dediğin nedir ki zaten?

Konuşacak hiç kimsenin olmadığı korkunç bir yalnızlığın içinde okurla konuşma arzusundan başka nedir ki yazı?