Tolstoy,

“İnsan ne ile yaşar?” diye sormuş.

İnsan ne ile yaşar?
Bir de insan neden yaşar diye soracak olsak?
İnsan neden yaşar?
Şu üç günlük dünyada!
Madem ölecek...
Madem hiç yaşamamış gibi olacak...
Kaçış yok!
Kurtuluş yok!
Anlaması...
Kabul etmesi zor!

***
Diyelim ki altmış yaşındasın.

Altmış dediğin nedir ki?
Pek bir şeyin farkında olmazsın.

Hani açıkça, biraz da pervasızca yazacak olursak...
Ölüm aklına bile gelmez henüz.
Sağa sola diş göstermeye, evde çoluğu çocuğu ısırmaya, evin delisi olmaya; insanlara huzur vermemeye devam edersin.
Ama yetmişini geçmişsen...
Hele seksenine ulaşmışsan...
Vay haline!
O telaşla...
Hangi telaş?
Ölüm telaşı!
Ne yaparsın bilmiyorum.
Yediğin haltlar...
Yaptığın haksızlıklar...
Karıştırdığın işler…

Hakkını yediğin insanlar...
Film şeridi gibi gözünün önünden geçer mi?
Geçer!
Ama geriye dönüşü yoktur artık.
Zaman; dünyayı dar ettiğin, huzur vermediğin insanlarla birlikte geçip gitmiştir.
***
Tolstoy da ne kendi huzur buldu ne de etrafındaki insanlara huzur verdi.

Turgenyev’i neredeyse öldürecekti.

Düelloya davet etti.

Neyse ki Turgenyev ona uymadı, onun bu niyetini anlayınca ondan uzak durdu.
Yazdığı romanların müsveddelerini oraya buraya atıyordu.

Karısı Sofiya; çocuklarıyla ilgilenmekten, ev ve çiftlik işlerinden sonra bir de onun sağa sola attığı müsveddeleri toplayıp temize çekiyordu.
Kopyalarını çıkarıp yayınevlerine gönderiyordu.

Buna rağmen Tolstoy, ona dünyayı dar ediyordu.

Huysuz, haksız davranışlarıyla cehennemi yaşatıyordu ona.

Bununla da kalmadı.

Seksen iki yaşında, evden kaçmak için gittiği tren istasyonunda ölümle burun buruna geldiğinde;

“O kadını bana yaklaştırmayın!” dedi.

Sonra öldü.

Romanlarında herkese ahlak, vicdan dersi veren Tolstoy; bu denli acımasız ve vicdansızdı.

İnsan neden yaşar?

Niçin yaşar?

Bunun için mi?
Öleceğini, yok olup gideceğini bile bile hem de!