“Meyhaneyi açtığımda çok üzüldü.
“Sen meyhane açacak adam mısın?”
“Ne haldeyim, açlık...”
“Doğru... Hem satarsın, hem içersin...”
Hem sattık, hem içtik Osman’la birlikte... Meyhane yarı da onun sayılırdı, yerdi, içerdi. Sıra hesap vermeye geldi mi bakar,
“Bu kadar olmaz...” derdi.
“Ne kadar olur?”
Cebinden biraz para çıkarır, onu verirdi. Battığımda, yüzüme hazin hazin baktı:
“Batmanda benim de payım var...” dedi.
Batıp çıkmamızda kimlerin payı yoktu ki!... Başta kendimizin!...”
***
Mehmed Kemal’in “Denemeler Elemeler” kitabından okudum bunları.
Yazarların meyhane, içki kültürü meşhurdur.
Mesela Sait Faik’i arayan Çiçek Pasajı’ndaki Nektar’da bulurmuş.
Yazarların içinde içmeden yazanı nadirdir.
Bunlardan biri de Ahmet Hamdi Tanpınar.
Halide Edib Adıvar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın içki içmediğini öğrenince, hayretle,
“İçmeden nasıl yazabiliyorsun?” diye sormuş.
Nerede okumuştum...
Adını şimdi hatırlamadığım ünlü yazarlardan biri alkol tedavisi olmaya karar vermiş.
Doktor,
“Alkol bağımlılığını tedavi ederiz ama yazma yeteneğini yitirirsin,” demiş.
Ünlü yazar, bunun üzerine tedaviden vazgeçmiş.
Bukowski’nin de “altılı bira paketi” meşhurdur.
E tabii bunları yazarken, içmeden yazar olunmaz, demiyorum.
Halide Edib, Tanpınar’a,
“İçmeden nasıl yazabiliyorsun?” demiş olsa da öyle bir şey yok.
***
Meyhaneler yazarların hayatında önemli bir yere sahip olunca, yazarların en renkli anılarını da meyhane anıları oluşturur.
Bize gelince...
Bir keresinde İbrahim Bilek’le Ayhan Aydıner birahaneye davet etmişti.
Bir iki bira içmiştik.
Ayhan Aydıner, masada uyuklamaya başlamıştı. Gözleri arada kapanıyordu.
İbrahim Bilek,
“Sen gelmeden biz gidip geldik,” demişti.
Anlaşılan beni sonradan çağırmışlardı.
Ben gelinceye kadar da yükü çoktan tutmuşlardı.
Bir başka sefer de Üstat Önder Baloğlu, benim herkesten, her şeyden uzak durduğumu anladığı için olmalı, her akşam toplandıkları lokale davet etmişti.
Yancısı bol bir ortamdı.
Yenmiş içilmiş, gecenin sonunda, herkes birer ikişer dağılınca kasaya yanaşma işi bizim üstada kalmıştı.
Bana da hesap ödetmemişti.
O filozof tavrıyla,
“Olur mu öyle şey, sen benim misafirimsin,” demişti.
Ertesi günkü köşe yazısında,
“Hesap paylaşılmaz, dostluklar paylaşılır!” diye yazmıştı.
Üstadın filozofluğu bu kadardı!
Üstada,
“Ödediğin hesabı kazanabilmek için kaç yazı yazacaksın? Dostluk da bir yere kadar,” demenin bir anlamı yoktu.
Başka bir zaman da şehrin en büyük kitapçısı Ahmet Kaygusuz,
“Cezmi Ersöz gelecek. Sen de gel,” demişti.
Gidecekleri restoranın adını söylemişti.
Gitmemiştim!
Cezmi Ersöz’le paylaşacağım bir şey yoktu.
Olsa olsa onun çok satan kitaplarından konuşacaktık.
Bütün anımız işte bu kadar.
Yaşadığımız bu taşra şehrinde başka ne anımız olacak ki bizim?