Eskiden gazetelerde güzel yazılar yazılırdı.
Deneme tadında yazılar…
Ne zamanlar?
Yazının bir sanat olarak görüldüğü zamanlar.
O zamanlar, yazarlar, günümüzdeki gibi kalemlerini siyasetin katranlanmış mürekkebine daldırmamışlardı henüz.
Yazılarını ne iktidarın ne muhalefetin; ne o partinin ne bu partinin hizmetine sunmuşlardı.
***
Yazı yazmak bir hünerdi o zamanlar.
Kalem tecrübesiydi.
Kültür birikimiydi.
Ancak çok okuyan, yazı yazmada hüner gösterebilirdi.
Onun için de yazı yazmak, o zamanlar, bir okuma kültürüydü.
Dünyaya, insanlara, olaylara farklı bir bakış açısıydı.
Yaşamaya, var olmaya filozoflardan geri kalmayacak bir düşünceyle yaklaşmaktı.
Bir psikolog, bir psikiyatrist, bir insan sarrafı olmaktı.
Öyle olunca da gazetelerde, deneme tadında, güzel yazılar yazılırdı.
Özellikle bazı yazarlar, yazılarındaki samimiyetle…
Okura verdikleri güvenle, sıcaklıkla okuru sarıp sarmalar, okurla bütünleşirdi.
Okur da bu yazıların yazarlarını sevgiyle, saygıyla, minnetle kucaklardı.
***
Bu yazarlardan biri de Serdar Turgut’tu.
Dümensiz Serdar!
Ben öyle diyordum ona.
Kendisini de içine kattığı, mizah dolu: içten, samimi yazılar yazardı.
O yazılarından birinde, şöyle yazmıştı:
“Kilo aldığım zannediliyor ama ben kilo almıyorum; sadece irileşiyorum!”
Çok sevdiğim Fransız oyuncu, Gerard Depardieu da, eminim senaryoda olmadığı halde kendi ekliyordu bunu, neredeyse her filminde;
“İri bir Fransız’ım ben!” diyordu.
Ben de giderek irileşiyordum.
Öyküm’ün güçlükle araya dereye sıkıştırdığı randevulara gitmiyor, diyet yapmaktan kaçıyordum.
“Kilo almıyorum, irileşiyorum!” diyordum.
Kimi zaman da, gövdemi biraz daha şişirip, hiç kimse Depardieu kadar olamaz,
“İrileşiyorum sadece!” diyordum.
Önce şaşırıyordu Öyküm.
Sonra,
“Ne saçmalıyorsun yine!” diyordu. “Ofise geleceksin!”
***
Sonunda, iki ay önce, boynumuzu büküp, çaresiz Öyküm’ün kapısını çaldık.
Diyete başladık.
İlk günler iyi gitmişti ama…
Geriye kalan bir iki kiloyu vermemekte direnen bedenim adeta savaş açtı bana!
Ben de yürüyüşlerle desteklemeye karar verince, diyeti…
Mahalledeki parkta bir iki yürüyeyim dedim.
Aman Tanrım!
O ne ilginç insanlar!
Şeker pembesi, üstüne yapışan, sayılı markalardan; marka olsun şeker pembesi olsun; bir tayt giymiş adamın biri.
Çılgın at gibi koşturuyor.
Bir başka adam ellerine beşer litrelik su bidonları almış.
Arkasından gelen kadınların da, nereden topladıysa o kadar kadını, ellerinde su bidonları…
Beş on adımda bir,
“Kaldırın suları, indirin suları! Kaldırın suları, indirin suları! Kalçaları çevireliim! Haydi hanımlaar!”
Burada yazamayacağım, daha neler neler…
Parkı terk ettim hemen.
Öyküm’e son iki kilom kalsa olmaz mı, diyeceğim artık.