Yaklaşık kırk yıl önce…
Adana’dayım…
Öykü yazıyorum gazetelerde, edebiyat dergilerinde.
Yeni Adana gazetesine sanat sayfası hazırlıyorum.
Bir de sevgilim var mıydı pek muteber?
Yoktu!
Olsa ismini söylerdim.
Orhan Veli gibi, edebiyat tarihçisi bulsun, demezdim.
***
Öyle bir heyecanlıydım ki…
Öyle bir amatör ruhu vardı ki içimde…
Kendimi ünlü, meşhur, herkesin tanıdığı büyük bir yazar zannediyordum.
O hızla Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Sabahattin Ali’nin romanlarını, hikayelerini, biyografilerini, otobiyografilerini, anılarını, haklarında yazılanları…
Ne varsa okuyordum.
Yaşar Kemal’e, Kerim Korcan’a edebi mektuplar yazıyordum.
Orhan Kemal hayatta olsaydı o da elimden kurtulamazdı!
***
Adana’daki yazarlarla, şairlerle oturup kalkıyordum.
Onlardan biri de öykü yazarı Turan Altuntaş’tı.
Cumhuriyet’te yazıları çıkıyordu.
Ve ikimiz de toplumcu gerçekçiydik.
O yıllarda neredeyse herkes toplumcu gerçekçiydi.
Dostoyevski’nin,
“Hepimiz Gogol’ün Palto öyküsünden çıktık,” dediği gibi…
Hepimiz toplumcuyduk!
Cengaver bir ruhla; yoksul, hakkı yenmiş insanların; halkın, toplumun yanındaydık.
***
Toplumcu gerçekçilik konusunda coşkuya kapılıyorduk.
Birbirimize gaz veriyorduk.
Turan Altuntaş,
“Adem, gardaş; iyi bir yazar halkın içinde olur. İnsanları gözlemler. Onların dertlerine, sorunlarına duyarsız kalmaz. Arkasızları, hırkasızları korur; kollar. Dertleriyle dertlenir. Eserlerinde bunları dile getirir,” diyordu.
O yıllarda ben on sekiz yaşındaydım.
Turan Altuntaş elli dört yaşında.
Ama beni bir yazar olarak görüp benimle hep, “gardaş”, “arkadaşım” diye konuşurdu…
Ne kadar mütevazı, alçakgönüllü insanlar vardı eskiden...
***
Geçenlerde Turan Altuntaş’ın söyledikleri geldi aklıma.
Arabaya binip çarşıya gittim. İnsanların, halkın arasına karışayım istedim.
Yazılarımda dertlerini, sorunlarını yazayım, anlatayım dedim.
Kırmızı ışıkta durduk.
Dakikasında arabaların arasından, sağından solundan çıkan motorlular…
Sekiz on motorlu gelip arabaların önüne dizildi.
“İşte halk!” dedim.
Sonra arabayı şehir trafiğine girmeden, şehir trafiği Çin işkencesi haline geldi, park edip ara sokaklardan yürümeye başladım.
O arada bir apartmanın duvarı dibinde, yetmiş yaşlarında bir adam gördüm.
Adam cep telefonunu ağzına dayamış sesli mesaj kaydediyor:
“Ben tövbemi geri aldım, Allah’ım sen beni affet.”
Mesajı gönderdi herhalde ki telefonu yere koyup yerdeki bira dolu poşetten bira şişesini aldı.
Şişeyi kafasına dikti.
Lak lak lak…
***
Şimdi düşünüyorum da…
O yıllarda bizde de ne kafa varmış ama!
Gemisini kurtaranın kaptan olduğunu anlayamıyor insan o yaşlarda.
Turan Altuntaş yetmiş üç yaşında öldü. Kim tanır, kim bilir?
Ben de işte…
Bu yazıları yazmaktan öteye gidebilmiş değilim.