1980 yılların ikinci yarısında çok dinlenen şarkılardan biri olan White Lion’ın “When the Children Cry (Bir Çocuk Ağladığında)” şarkısı geldi geçen akşam aklıma… Şarkı, barış ve merhamet için yürekten bir çağrıydı. Şarkı, savaş ve açgözlülükle parçalanmış bir dünyadan bahsediyor ve insanlara silahlarını bırakmalarını ve çocukların masumiyetini hatırlamalarını söylüyordu. Çocuklar ağladığında bunun, insanlığın yolunu kaybettiğinin bir işareti olduğunu hatırlatan şarkı, nefretin ve yıkımın yerini sevgi ve birlik alması gerektiğini savunuyor ve dünyanın iyileşeceği ve çocukların korkusuzca yaşayacağı bir günü hayal ediyordu. Geçen yaklaşık 40 yılda dünya daha da kötüleşti…

Sessiz Çığlıklar: Gazze’nin Çocukları

Bazen dünya, en gürültülü anlarında bile sessizdir. Savaşın patlayan bombaları, tankların gürültüsü, sirenlerin keskin sesi… Bunların hepsi aslında tek bir şeyi örter: Çocukların ağlayışını. Ağustos 2025’te Gazze’nin sokakları, bir zamanlar oyun sesleriyle dolu olan o daracık aralar, artık yalnızca enkazın gölgesini taşır. Bir zamanlar rengârenk tebeşirle çizilmiş seksek taşlarının üstünden, şimdi kanlı tozlar geçer.

Bir anne, yıkıntıların önünde boş gözlerle bakar; kollarında sarıp sarmalayacak bir çocuk kalmamış, çünkü bir gece önce gökyüzü ateşe dönmüş. Bir baba, enkazın altında hâlâ kızının sesini duyduğunu sanır, ama o ses, belki de sadece kendi kalbinin kırılma sesidir. Dünya, ekranda gördüğü bu görüntülere bakarken bir süre üzülür, bir süre öfkelenir, sonra hayatına devam eder. Ama o çocuklar… Onlar devam edemez. Çünkü kaybettikleri sadece evleri ya da oyuncakları değildir; güven duygusunu, geleceğe dair umudu, çocukluklarını da kaybederler.

Gazze’de şu an, kelimelerle tarif edilemeyecek bir “insanlık sınavı” yaşanıyor. Açlık ve susuzluk, bombaların gölgesinde sıradan birer sorun haline gelmiş. Hastaneler yaralılarla dolu ama ilaç yok. Okullar yıkılmış, defterler yanmış, öğretmenler ya toprağın altında ya da yaralıların başında.

Gazze’de bir çocuk hayal kursa, belki kâğıdın bir köşesine küçük bir ev çizerdi. Yanına belki de savaşta kaybettiği annesini, babasını, kardeşlerini yerleştirirdi. Üzerlerine de bir gökyüzü… Ama gri değil, mavi. Belki de o çocuk şöyle fısıldardı: “Mavi gökyüzü burada bir masal gibi.” Çünkü onun dünyasında barış artık sadece bir dilek değil, bir masal olmuştu. Ve ne yazık ki masallar, onların hayatında hiç gerçekleşmiyordu. Ama biz istersek, bu masalı gerçeğe çevirebiliriz. Silahların sustuğu, çocukların yeniden koştuğu, gökyüzünün yeniden mavi olduğu bir masal… Bu dünya, çocukların gözyaşlarını hak etmiyor. Ve biz, hiçbir çocuk için “ağlaması normal” diyebilecek kadar taşlaşmamalıyız.

Gazze’de şu an, yalnızca bir halk değil; insanlığın vicdanı da sınanıyor. Ve biz, bu sınavı geçemezsek, kaybeden sadece Gazze’nin çocukları olmayacak… Kaybeden, tüm insanlık olacak.

Ağustos güzeldir, 17’si olmasa…

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi, sadece Türkiye için değil, bütün insanlık için de bir kırılma noktasıydı. On binlerce insan hayatını kaybetti, yüzbinlerce insan evsiz kaldı, şehirler enkaza döndü. Ve en acısı, tıpkı Gazze’de olduğu gibi, çocukların ağlayışı bu büyük felaketin en derin yarası oldu. 1999’da silahların sesi yerine yerin altından gelen uğultu vardı. Savaş enkazı yerine çöken binaların altında kalan canlar vardı. Ve yine, çocukların gözyaşları… Hepimizi susturacak, hepimizi insanlığımızla yüzleştirecek kadar derindi.

17 Ağustos 1999 gecesi, saat 03.02’de… Yerin altından gelen uğultu, Marmara Bölgesi’ni saniyeler içinde yıktı. On binlerce insan hayatını kaybetti, yüz binlerce insan evsiz kaldı. Ama en çok da enkaz başlarında gözyaşlarıyla bekleyen çocuklar kaldı hafızamızda. Savaşların ortasında ağlayan çocuk neyse, yıkılan şehirlerin enkazı önünde ağlayan çocuk da odur. Fark yoktur. Çünkü gözyaşı, masumiyetin sessiz çığlığıdır.

Aradan 26 yıl geçti. 2025’teyiz. Ama hâlâ o geceyi unutmuyoruz. Ve hâlâ soruyoruz kendimize: O gözyaşlarının ardından biz gerçekten ders alabildik mi? Şehirlerimizi, evlerimizi, hayatlarımızı daha dirençli, daha güvenli, daha değerli hale getirebildik mi? Yoksa sadece aynı acıların başka zamanlarda yeniden yaşanmasını mı bekliyoruz? 1999’un üzerinden 26 yıl geçti. O günün acısını yaşayanlar hâlâ hafızalarında o geceyi taşıyor. Deprem, bize bir şeyi çok açık öğretti: Çocukların ağlamaması için yalnızca barış değil, dirençli şehirler, güvenli evler ve insan hayatını önceleyen planlama da gerekiyor.

“When the Children Cry” şarkısının hayal ettiği çocukların ağlamadığı bir dünya, yalnızca barışla değil, güvenle inşa edilen dirençli şehirlerle mümkün olur. 17 Ağustos’un üzerinden geçen yıllar bize tek bir gerçeği haykırıyor: Bir daha aynı acıyı yaşamamak için, gözyaşlarını silebilmek için, insanlığımızı kaybetmemek için… Çocuklar ağlamadan harekete geçmeliyiz.

Benim için 17 Ağustos yalnızca bir toplumsal hafıza değil, kişisel bir dönüm noktasıdır da. O geceyi depremin vurduğu Gebze’de TUBİTAK Bilişim Teknolojileri Araştırma Enstitüsünde çalışan Hataylı bir babanın oğlu olarak yaşadım; gözlerimin önünde acının büyüklüğünü, çaresizliğin derinliğini gördüm. Sonra, 22 Temmuz 2004’te Pamukova’daki tren kazasından sağ çıktım. O gün, hayat bana ikinci bir doğum günü verdi. Ve nihayet, 6 Şubat 2023’te, baba memleketi Hatay’ın da içinde olduğu coğrafyada yaşanan büyük depremde, kayıpların büyüklüğü karşısında içim bir kez daha yıkıldı.

Bu üç tarih, 17 Ağustos, 22 Temmuz, 6 Şubat, artık hayatımın kırılma çizgileri… Her biri bana şunu hatırlatıyor: Hayatın değeri, işini doğru yapmanın önemini, aldığın sorumluluğun ağırlığını, dirençliliğin önemi, insan olmanın anlamını ve yükünü...

Murat Kaplan’ın Ardından…

Hayat, bazı insanlarla tanıştığınız için kendinizi şanslı hissettirir. Murat Kaplan da öyleydi. Murat, Eskişehir Teknik Üniversitesinde Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekanı ardından Rektör Yardımcısı olarak görev yaptığım dönemde, Mimarlık ve Tasarım Fakültesinde çalışıyordu. Bu dönemde, genç yaşına rağmen olgunluğu, saygısı, işine bağlılığı, dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla herkesin gönlünde yer etmiş bir insandı. Murat’ı tanıyanlar bilir; o hiçbir zaman kendisini öne çıkarmazdı. Sessizdi, ağırbaşlıydı, işini titizlikle yapar, kimseyi kırmaz, kimseye yük olmazdı. Onu farklı kılan, sadece yaptığı işteki özeni değil; işine ve çalışma arkadaşlarına duyduğu derin saygıydı. Hepimizin günlük koşuşturma içinde fark etmediği küçük ayrıntılarda, Murat’ın inceliği ve samimiyeti gizliydi.

Ne yazık ki, geçtiğimiz hafta onu çok erken yaşta kaybettik. Kanser, hayatının baharında onu bizden aldı. Geriye ise tertemiz bir isim, saygıyla anılan bir karakter ve çalışkanlığıyla örnek olmuş bir genç adamın hatırası kaldı. Murat Kaplan’ın ardından hepimizin içi buruk. Onun gidişi sadece bir mesai arkadaşımızı kaybetmek değil, Kurumumuzun sessiz ama güçlü değerlerinden birini yitirmek anlamına geliyor. Bazı insanlar yaşarken de gittikten sonra da geride silinmez izler bırakır. Murat da böyle bir insandı. Onu tanıyan herkesin hafızasında, dürüstlüğüyle, çalışkanlığıyla, alçakgönüllülüğüyle yaşayacak. Ve biz, her zaman onun adını saygıyla anacağız. Onunla çalışmış olmak, benim için bir ayrıcalıktı. Murat’ın hikâyesi, yalnızca onun değil; artık hepimizin ortak hikâyesidir. Murat Kaplan’dan bize kalan, onun dürüstlüğü, çalışkanlığı, sessiz vakarıdır.

Son söz…

Ve belki de asıl sorulması gereken soru şudur:

Neden biz, bir çocuğun gözyaşını dindirmenin kıymetini bilmiyor, hatta ölümlerden bile dersler çıkaramıyoruz? Neden enkazların, bombaların, hastalıkların ardından gelen sessizlikte vicdanımızı hatırlıyoruz da o gün geçtiğinde unutmak yerine ders çıkarıp, gereğini yapamıyoruz? Neden sadece ölünce değil, yaşarken birbirimize merhameti layık görmüyoruz?”

Çocukların ağladığı, gençlerin sessizce incindiği, hayatların ansızın sönüp gittiği bir dünyada, insanlık adına söyleyecek tek söz kalıyor: Hiçbir gözyaşı boşuna akmamalı. Hiçbir hayat değersizleştirilmemeli. Çünkü bir çocuk ağladığında, aslında bütün insanlık ağlar. Ve bir genç aramızdan ayrıldığında, insanlığın vicdanı biraz daha eksilir. O yüzden bize düşen tek şey, artık gözyaşlarını seyretmemek. Artık geç kalmadan, daha fazla kayıp olmadan, birbirimizi daha çok sevmek, daha çok korumak, daha çok değer vermek. Çünkü bir çocuk gülüyorsa, bir genç onuruyla yaşıyorsa, işte o zaman insanlık nefes alıyor demektir. Ve biz, insanlığın nefesini kısmaya değil, nefes olmasına mecburuz. “Bir çocuk ağladığında, insanlık susar; ama bir çocuk güldüğünde, insanlık yeniden doğar.”