Dünya Mimarlık Haftası bu yıl Eskişehir’de, yalnızca yapıların değil fikirlerin de yeniden inşa edildiği bir buluşmaya sahne oldu.
Mimarlar Odası Eskişehir Şubesi’nin ev sahipliğinde düzenlenen etkinlikler arasında yer alan “Afetlere Dirençli Türkiye İçin Mimarlık ve Mimarlık Eğitimi” başlıklı panelde, moderatörlüğü üstlenme onuruna sahip oldum. Konu, hepimizin bildiği ama kimi zaman yüzleşmekten kaçındığı bir gerçekliğe dokunuyordu: Afetler, yalnızca doğanın değil, toplumların da aynasıdır.
Panelin konukları, Türkiye’nin önemli mimarlarından Semra Uygur ve Murat Sönmez’di. Her biri yıllardır hem pratiğin hem de düşüncenin içinden gelen iki isim. Panelde yalnızca mimarlığın teknik yönlerine değil, toplumsal boyutlarına da odaklanıldı. Benim görevimse, bu derin tartışmayı beş ana tema etrafında şekillendirmekti: kavramsal çerçeve, tasarım-uygulama, eğitim, toplumsal boyut ve gelecek stratejileri.
Bu panel, bir haftalık etkinlik takviminde yer alan sıradan bir oturum değildi. Çünkü Türkiye’nin tarihsel hafızasında her deprem, her sel, her yangın bir dönüm noktasıdır; ama ne yazık ki her seferinde aynı sorularla yüzleşiriz: “Neden hazırlıksızdık? Ne öğrenemedik?”
Bu defa soru farklıydı: “Ne inşa edeceğiz?” değil, “Nasıl bir geleceği düşüneceğiz?”
Afetlere dirençli Türkiye hedefi, yalnızca mühendislik hesaplarıyla değil; etik, estetik ve ekolojik bir bilinçle kurulabilir. Bu farkındalık, işte o gün Eskişehir’de bir araya gelen mimarların zihinlerinde yankılandı. Panelin sonunda hepimizin kafasında tek bir soru kalmıştı: “Mimarlık bu ülkenin geleceğini nasıl onarabilir?”
Ve ben o sorunun yanıtlarını, beş temada yönelttiğim sorular ve alınan çarpıcı yanıtlar eşliğinde, sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dayanıklılık Bir Yapı Değil, Bir Kültürdür
Panelin ilk bölümünde tartışmayı temellendiren kavramsal çerçeveyi ortaya koymaya yönelik sorularla başladım. Bu sorularla aslında mimarlığın özüne, yani varoluş nedenine dokunduk. Panelde verilen yanıtlar, dayanıklılığın yalnızca mühendislik hesaplarıyla açıklanamayacağını; çok katmanlı, çok disiplinli bir yaklaşım gerektirdiğini gösterdi. Katılımcıların yanıtlarından süzülen ortak görüş, dayanıklılığın yalnızca bir “yapısal güvenlik meselesi” değil, aynı zamanda bir yaşam kültürü olduğuydu. Dayanıklılık, depreme dayanıklı kolonlar üretmekten ibaret değil; toplumun hafızasına, doğaya ve kültüre dayanıklı bir yaşam örgüsü kurmak anlamına geliyordu. Bu yaklaşım, mimarlığın teknik boyutunun ötesinde, etik ve sosyolojik bir zemine oturduğunu bir kez daha hatırlattı.
Paneldeki konuşulan konulardan biri diğeri, “dayanıklılık” ile “sürdürülebilirlik” arasındaki farktı. Sürdürülebilirlik, mevcut sistemi korumaya odaklanan bir istikrar arayışıyken; dayanıklılık, değişime uyum sağlama, hatta gerektiğinde yeniden doğma becerisidir. Yani sürdürülebilirlik korumayı, dayanıklılık dönüşmeyi öğretir. Bu açıdan bakıldığında dayanıklılık, bir binanın değil, bir toplumun kendini yeniden örgütleme kapasitesidir. Sürdürülebilirlik, çevreye zarar vermemek üzerine kuruluyken, dayanıklılık çevreyle birlikte yeniden var olma yeteneğidir. Ve bu fark, Türkiye gibi afetlerin sıklıkla yaşandığı bir coğrafyada, mimarlığın yönünü belirleyecek kadar kritiktir.
Kısaca “belki de dayanıklılık, yeniden inşa etmenin değil, yeniden anlamlandırmanın sanatıdır.” Gerçek dayanıklılık, inşaat alanında değil, düşünce alanında başlar. Bir toplum, afetten sonra yeniden ayağa kalkabiliyorsa, bu yalnızca betonun değil, bilincin gücüyle mümkündür.
Afet Sonrası Mimarın Rolü: Yeniden Yapmak Değil, Yeniden Kurmak
Panelde, afet sonrası süreçlerde mimarın rolü de tartışıldı. Yanıtlar gösterdi ki mimar, sadece “yapan” değil, aynı zamanda “iyileştiren”dir. Yıkılmış bir kentin ortasında tasarım yapmak, sadece mekân değil, umut tasarlamak anlamına gelir. Her yıkım, bir yeniden düşünme fırsatı olarak görülmelidir.
Türkiye’de yaşadığımız birçok afet sonrası süreçte, “hızlı inşa” kavramı “doğru inşa”nın önüne geçmiştir. Oysa bir yapıyı hızla kurmak, o toplumu hızla iyileştirmek anlamına gelmez. Gerçek iyileşme, mimarın sadece fiziksel yapıları değil, toplumsal dokuyu da yeniden örmesiyle mümkündür. Zira bireysel ölçekte sağlam bir yapı üretmenin yeterli değildir. Bir yapının dayanıklılığı, onun bağlandığı kentsel sistemin dayanıklılığıyla anlam kazanır. Panelde ulaştığımız gerçek “Bir kentte her bina güçlü olabilir, ama sistem zayıfsa, o şehir yine de kırılgandır.” Gerçek dayanıklılık, parçaların sağlamlığından değil, ilişkilerin bütünlüğünden doğar. Bu noktada Japonya örneğini düşünürsek dayanıklılık, sadece binaların değil, toplumun reflekslerinin içinde inşa edilir. Bizim ülkemizde ise birey dayanıklı, sistem kırılgan. Bu dengeyi tersine çevirmeden, hiçbir bina gerçekten güvenli olamayacak. Tüm bu tartışmaların sonunda, salonda ortak bir farkındalık oluştu: Dayanıklılık bir mimarlık biçimi değil; bir medeniyet biçimidir. Ve o medeniyetin temeli, çelik ya da beton değil, ortak bilinçtir.
Malzemeden Fikre, Dirençli Mekânlar Nasıl Kurulur?
Panelin ikinci teması, kavramsal tartışmalardan uygulamaya geçişin kapısını araladı. Bu temayla birlikte mimarlığın soyut alanından somut olana geçtik; tartışmanın dayandığı ana nokta dayanıklılığın tasarımda değil, niyette başladığıydı. Panelde dile getirilen görüşlerden biri, dayanıklılığın tasarım sürecine sonradan eklenen bir unsur değil, sürecin en başına yerleştirilmesi gereken bir düşünme biçimi olduğuydu. Yani; “Dayanıklılık, bir mimari formun özelliği değil, o formun hangi ekolojik, toplumsal ve iklimsel bağlamda üretildiğinin sonucudur.” Bu cümle, mimarlığın artık estetik değil stratejik bir disiplin haline gelmesi gerektiğini gösteriyor. Çünkü afetlere dirençli bir ülke, yalnızca güçlü binalarla değil, bilinçli kararlarla kurulabilir.
Dayanıklılığı artıran malzemeler ve yapım teknikleri üzerine yapılan tartışma, teknolojinin sunduğu olanaklarla yerel bilgeliğin kesişim noktasında odaklandı. Panelde dile getirilen ortak görüş, “en dayanıklı malzemenin her zaman en pahalı olan değil, en yerinde seçilen olduğu” yönündeydi. Bir taşın, bir ahşabın, bir sıkıştırılmış toprağın nereden geldiği, nasıl işlendiği ve neyi temsil ettiği, artık yapının ömrü kadar önemli hale gelmiş durumda. Yeniden keşfedilen geleneksel yöntemler, sıkıştırılmış toprak duvarlar, taş temelli taşıyıcı sistemler, doğal havalandırma çözümleri, modern mühendislik teknikleriyle birleştiğinde, çağdaş ama köklerine bağlı bir dayanıklılık modeli ortaya çıkıyor.
İklim krizinin giderek belirleyici hale geldiği bir çağda, dayanıklılığın bir diğer yüzü de iklimsel uyum. Panelde şu vurgu yapıldı: “Artık mimarlığın ana hedeflerinden biri, konfor üretmek değil, iklimle uzlaşmak olmalı.” Bu, hem enerji kullanımını hem de malzeme döngüsünü yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Yani dayanıklılık, yalnızca yıkılmamak değil; daha az tüketerek, daha uzun yaşamak.
Panelindeki konulardan biri, ekonomik kısıtlar ile dayanıklılık hedeflerinin nasıl dengeleneceğiydi. Mimarlık pratiğinde çoğu zaman maliyet baskısı, kaliteyi ve dayanıklılığı ikinci plana iter. Oysa panelde öne çıkan yaklaşım, dayanıklılığın bir maliyet kalemi değil, yatırımın sürdürülebilirliği olduğu yönündeydi. Kısaca; “Bir bina ilk bakışta ucuz olabilir ama her afette yeniden yapılacaksa, aslında en pahalı yapıdır.” Bu yüzden Türkiye’de yapılan birçok bina, ekonomik olduğu sanılarak aslında toplumsal olarak en pahalı seçimi temsil ediyor. Bu nedenle artık “ucuz yapı” değil, “uzun ömürlü yapı – uzun ömürlü kent” kavramını konuşmamız gerekiyor. Dayanıklılık, bütçe kısıtlarına değil, önceliklerin akıllıca belirlenmesine bağlıdır.
Türkiye’de dayanıklılık dendiğinde, çoğu zaman yeni yapı projeleri gündeme gelir; oysa asıl mesele mevcut yapı stokudur. Panelde bu konu açıldığında, “güçlendirme” yaklaşımının hem teknik hem toplumsal bir seferberlik olarak ele alınması gerektiğine vurgu yapıldı. Bir binayı dayanıklı kılmak yalnızca kolon eklemek, duvar kalınlaştırmak değildir. Kimi zaman o yapının bulunduğu zemin, erişim yolları, drenaj sistemleri, hatta etrafındaki bitki örtüsü bile dayanıklılığı belirler. Bu nedenle güçlendirme yalnızca bir mühendislik eylemi değil, çok katmanlı bir kentsel bakım süreci olmalıdır.
Kentler, tıpkı canlı organizmalar gibidir; bir parçası zayıfladığında tüm sistem risk altına girer. Dolayısıyla dayanıklılık, bir kentin kendi kendini sürekli “onarabilme” kapasitesidir. Özetle; “Mimar, iklim krizinin seyircisi değil, sahnedeki en etkili aktörlerinden biridir.” Dayanıklılık, artık afetlere tepki vermek değil, onları öngörmekle ilgilidir. Bu yüzden mimarlık mesleği, yalnızca güvenli yapılar inşa etmekle değil, doğayla uzlaşan yaşam biçimleri tasarlamakla da sorumludur.
Mimarlık, iklimle çatışan değil, iklimle konuşan bir disipline evrilmek zorunda. Bu dönüşüm, malzemede, biçimde ve hatta kullanıcı alışkanlıklarında kendini gösterecek bir zihinsel değişim gerektiriyor. Geleceğin dayanıklılığı, bugünün tasarım kararlarında gizli.
Dirençli Bir Gelecek, Dirençli Bir Eğitimle Başlar
Panelin üçüncü teması, konunun belki de en kritik ayağıydı: Eğitim. Panelin bu bölümünde sorduğum sorulara verilen yanıtlar, aslında ülkemizde mimarlık eğitiminin yeniden kurgulanması gerektiğini net biçimde gösterdi. Bir yapı nasıl ayakta kalır sorusundan önce, bir toplum nasıl ayakta kalır sorusuna yanıt aramak gerekiyor. Mimarlık eğitiminde öğrenciye sadece statik, malzeme ya da çizim değil; sorumluluk, empati ve toplumsal farkındalık kazandırmak da en az o kadar önemli. Yani aslında “Bugün stüdyo masasında çizilen bir plan, yarın bir yaşamı ya kurtarır ya da kaybettirir. Bu farkındalık mimarlık eğitiminde kazandırılması gereken ilk derstir.” Gerçek dayanıklılık, kalemle çizilen planda değil, o planın ardındaki etik düşüncede başlar. Bu nedenle eğitim, artık sadece “nasıl yapılır” değil, “neden yapılır” sorusuna da cevap verebilmelidir.
Günümüzde mimarlar artık yalnızca ideal koşullarda bir yapı tasarlamakla kalmamalı; afet sonrası yerleşim, geçici barınma, yeniden inşa süreçleri gibi senaryolar üzerinde de çalışmalı.
Örneğin, “deprem sonrası ilk 72 saat için geçici yaşam alanı tasarımı” gibi bir proje, hem teknik hem insani açıdan mükemmel bir eğitim aracına dönüşebilir. Bu tür stüdyo yaklaşımları, öğrencinin yalnızca form ve estetik değil, zaman, aciliyet ve dayanışma kavramlarını da öğrenmesini sağlar. Panelde altı çizilen bir diğer nokta, mimarlık eğitiminin artık yalnızca fakülte duvarları içinde sürdürülemeyeceği gerçeğiydi. Bu nedenle üniversite, kendini bir “tasarım laboratuvarı” olarak değil, bir “toplumsal deney alanı” olarak yeniden tanımlamalı. Panelde öğrencilerin sivil toplum kuruluşlarıyla, belediyelerle, meslek odalarıyla ortak projelerde yer almasının hem teknik hem vicdani farkındalığı artıracağını vurgulandı. Bu tür uygulamalı deneyimler, genç mimarların “yerinde öğrenme” becerisini geliştiriyor. Yani artık çizim stüdyolarının yanında, “yaşam stüdyolarına” da ihtiyaç var.
Bir mimarlık fakültesi, eğer öğrencisini afet sonrası bir kente gönderip orada geçici bir barınma alanı, bir oyun sokağı, bir okul avlusu tasarlamaya yönlendiriyorsa, o fakülte geleceğin dayanıklı toplumunun temellerini atıyor demektir.
Dayanıklılığın eğitimi yalnızca öğrenciyle sınırlı değil; öğretim kadroları da bu dönüşümün parçası olmak zorunda. Panelde dikkat çekilen bir diğer konu, mimarlık akademisyenlerinin klasik öğretim modellerini sorgulaması gerektiğiydi. Çünkü bugün yaşadığımız krizlerin hiçbirine dünün müfredatıyla yanıt veremiyoruz. Bence “Eğer aynı yöntemlerle ders anlatıp farklı sonuçlar bekliyorsak, biz de sistemin en kırılgan halkasıyız.” Bu nedenle mimarlık eğitimi, öğretenin de öğrenmeye devam ettiği dinamik bir süreç olmalı.
Panelde, genç mimarların dayanıklılık konusundaki farkındalığını artıracak üniversite dışı platformlara da değinildi. Yarışmalar, atölye çalışmaları, gönüllü saha projeleri, uluslararası öğrenci ağları… Bunların hepsi, genç mimarların “kriz sonrası düşünme” becerilerini geliştirmede önemli rol oynuyor. Örneğin, öğrencilerin afet bölgelerinde kısa süreli “tasarım kampı” deneyimlerine katılması, teorik bilginin sahadaki karşılığını görmelerini sağlıyor. Bu tür programlar yalnızca teknik beceri değil, toplumsal empati de kazandırıyor. Panelin sonunda bende şöyle bir kanaat oluştu: Dayanıklılık, mimarlık eğitiminin konusu değil, varlık nedeni olmalı. Eğer bir mimarlık okulu, öğrencisine yalnızca çizim teknikleri değil, toplumu yeniden kurma sorumluluğunu da öğretebiliyorsa, o okul geleceğe hazırlanmıştır. Ve o gelecekte, dayanıklılık artık bir ders başlığı değil, bir değerler sistemi olacaktır.
Dirençli Toplum, Dirençli Mekânın Ön Koşuludur
Panelin dördüncü teması, teknikten sosyolojiye, mekândan kimliğe doğru bir geçişti.
Çünkü dayanıklılık yalnızca binaların konusu değildir; toplumun kendisi de bir yapıdır. Çünkü herkes biliyordu ki afetler eşit davranmaz, ama dayanıklılık eşit olmalıdır. Katılımcıların yanıtlarından süzülen tespit, dayanıklılığın sosyal adaletle doğrudan ilişkili olduğu gerçeğiydi. Bir kentin afetlere karşı dayanıklılığı, aslında o kentteki gelir dağılımının, barınma hakkının ve erişim eşitliğinin bir yansımasıdır. Bir yerde insanlar güvenli binalarda yaşarken, diğer tarafta çökme riski altındaki yapılarda hayatını sürdüren binlerce yurttaş varsa; o kent ne kadar teknolojik olursa olsun, dayanıklı değildir. Bu nedenle dayanıklılık, yalnızca yapısal bir hedef değil, toplumsal bir adalet projesidir. Yani; “Bir toplumun dayanıklılığı, en kırılgan bireyinin hayatta kalma olasılığı kadar güçlüdür.” Kısaca dayanıklılığı ölçmek istiyorsak, en zayıf halka neredeyse oraya bakmalıyız. Kırsal alanlardaki deprem sonrası yaşam koşulları, yaşlı nüfusun erişim sorunları, düşük gelirli bölgelerdeki konut kalitesi… Bunların her biri, dayanıklılığın toplumsal sınavlarıdır.
Panelde öne çıkan bir diğer vurgu, katılımcı tasarım süreçlerinin önemi üzerineydi. Dayanıklılık, tepeden inmeyle değil, birlikte üretimle kurulur. Mimar, artık yalnızca bir “tasarımcı” değil, aynı zamanda bir “dinleyici” olmak zorunda. Afet sonrası yeniden inşa süreçlerinde, yerel halkın, kadınların, çocukların, yaşlıların, engellilerin sesine kulak vermeyen her proje, ne kadar sağlam olursa olsun eksiktir.
Katılımcı süreçler, dayanıklılığı sadece fiziksel değil, psikolojik ve kültürel bir düzeyde de güçlendirir. Bence “Dayanıklılık, bir duvarın sağlamlığı değil, bir toplumun birbirine güvenidir. Bu güven, tasarımın en sağlam harcıdır. Bu nedenle dayanıklılık planlaması, yalnızca mühendislerin ya da kamu kurumlarının işi değil, halkla kurulan gerçek bir diyalog sürecidir.
Panelde dile getirilen en ilham verici noktalardan biri, geleneksel mimarinin dayanıklılık konusundaki öğretici rolüydü. Anadolu’nun taş evleri, avlulu yapıları, kerpiç duvarları, gölgelikli sokakları… Yüzyıllardır doğayla uyum içinde yaşayan bu yapılar, aslında bugünün iklim krizine en iyi yanıtları çoktan vermişti. Tartışma şu eksende gelişti. “Biz dayanıklılığı yeniden keşfetmeye çalışıyoruz; oysa dedelerimiz zaten yaşıyordu.” Çünkü dayanıklılık, sadece yeni teknolojilerde değil, yerel deneyimin sürekliliğinde de gizli. Anadolu coğrafyasında “gölgelik”, “rüzgârlık”, “avlu”, “ocak” gibi kavramlar bile dayanıklılığın mikro biçimleri olarak okunabilir. Modern tasarım, geçmişin bilgisini kopyalamak yerine, onu yeni bir bağlamda yorumlamalı. Geleneksel formları bugünün teknolojisiyle buluşturan hibrit çözümler, hem kültürel süreklilik sağlar hem de modern risklere uyum sağlar. Bir örnek olarak, Ege köylerinde görülen taş-ahşap karışımı evlerin, depreme karşı esneklik kazandıran sistemleri bugün yeniden değerlendirilebilir. Doğu Anadolu’nun kerpiç yapılarının termal dayanımı, iklim adaptasyonunda hâlâ öğretici olabilir. Dayanıklılık, geçmişin bilgisini reddetmek değil, onu geleceğe taşımaktır.
Paneldeki konuşmalar ilerledikçe, mesele sadece yapısal ya da toplumsal değil, kültürel bir boyut da kazandı. Afetlerin yıktığı şey yalnızca binalar değildir; aynı zamanda insanların ortak hafızasıdır. Bir kentin yıkılması, bir kimliğin silinmesi anlamına gelir. Dayanıklılık, bu nedenle fiziksel bir onarım değil, kültürel bir direniştir. Bir taşın, bir sokağın, bir meydanın, bir çeşmenin hatırasını koruyabilmek; işte asıl dayanıklılık budur. Bu nedenle “Bir kenti yeniden kurmak, sadece harç karıştırmak değil, hikâyesini yeniden yazmaktır.” İşte bu yüzden mimarlık, afet sonrası yeniden yapılanma sürecinde sadece yapı değil, anlam da inşa eder. Ve bu anlam, dayanıklılığın görünmeyen yüzüdür. Kültürel sürekliliği olmayan hiçbir kent, teknik olarak ne kadar güçlü olursa olsun, ruhen kırılgandır. O yüzden biz dayanıklılığı sadece çelikle değil, hafızayla güçlendirmeliyiz.
Panelde kırsal alanlar meselesi gündeme geldi. Çoğu zaman afetler kırsalda başlar ama şehirlerde fark edilir. Kırsal alanların dayanıklılığı, kentlerin güvenliği kadar önemlidir. Köylerdeki yapıların malzeme kalitesi, bakım süreçleri, altyapı eksiklikleri, afet sonrası müdahale yetersizlikleri… Bunlar yalnızca yerel sorunlar değil, ulusal bir risk haritasının parçalarıdır. Bu nedenle panelde vurgulanan bir öneri şuydu:
“Kentsel dayanıklılık, kırsal dönüşümle başlar.” Eğer köyler boşalır, üretim biter, yerel bilgi unutulursa, şehirlerin de dayanıklılığı azalır. Çünkü dayanıklılık, yalnızca yapıların değil, toprağın, üretimin, toplulukların direncidir. Sonuç olarak bu bölümde ortaya çıkan tablo çok netti: Afetlere dirençli bir Türkiye ancak toplumsal dayanışma, kültürel süreklilik ve yerel bilgelik üzerine inşa edilebilir. Yani dayanıklılık, ne sadece bir mimarlık sorunu ne de sadece bir teknoloji meselesidir. Dayanıklılık, bir yaşam biçimi, bir kültürel bilinç, bir toplumsal sözleşme meselesidir.
Akıllı Teknolojilerden Kollektif Dayanıklılığa
Panelin beşinci ve son teması, bizi bugünden yarına taşıyan bir ufuk tartışmasıydı.
Sorularımı yöneltirken salondaki herkesin biraz daha dikkat kesildiğini fark ettim; çünkü konu artık “nasıl olmalı”dan “nasıl olacak”a dönmüştü:
Panelde verilen yanıtlardan süzülen tespit, teknolojinin artık mimarlığın dışsal bir aracı değil, onun zihinsel altyapısı haline geldiğiydi. Veri analizi, dijital ikizler, yapay zekâ, sensör tabanlı izleme sistemleri… Ama teknoloji tek başına bir kurtarıcı değil. “Akıllı sistemler, akıllı toplumlar kurabildiğimiz ölçüde işe yarar.” Yani dijitalleşme, insanın yerini almak için değil; insanın farkındalığını artırmak için kullanılmalı. Bir başka deyişle, yapay zekâ mimarlığın özünü değil, ölçüsünü dönüştürüyor.
Afet risk analizlerinde, kentsel simülasyonlarda, malzeme performans testlerinde kullanılan yapay zekâ uygulamaları, mimara yalnızca bilgi değil, öngörü gücü kazandırıyor. Artık dayanıklılık bir tasarım ilkesi olmaktan çıktı; veriyle yönetilen bir süreç haline geldi.
Panelde üzerinde diğer konu, küresel krizlerin mimarlık pratiğini nasıl dönüştürdüğüydü. Pandemi, göç, iklim değişikliği ve enerji krizi. her biri mimarlığı kendi sınırlarının dışına taşıyan birer kırılma noktası oldu. Özellikle pandemi dönemiyle birlikte mimarlığın tanımı genişledi. Tartışmanın ilerleyen dakikalarında, önümüzdeki on yıla damga vuracak eğilimler üzerinde duruldu. Panelde dile getirilen yaklaşımlar arasında özellikle üçü öne çıktı:
Doğa Tabanlı Tasarım Yaklaşımları: Mimarinin doğadan öğrenmesi, doğayla birlikte üretmesi, doğaya zarar vermeden var olması artık lüks değil, zorunluluk. Yeşil altyapılar, geçirgen yüzeyler, biyoçeşitlilik destekli kentsel tasarımlar, kentlerin iklim direncini artıracak başlıca uygulamalar.
Kolektif ve Katılımcı Tasarım: Geleceğin dayanıklılığı, bireysel değil, topluluk temelli olacak.
Mimar, karar veren değil; karar süreçlerini kolaylaştıran, ortak üretim süreçlerinin moderatörü haline gelecek.
Yapay Zekâ ve Dijital İkizler ile Entegre Planlama: Artık kentler, sanal ortamda yaşatılarak test edilebilecek. Dijital ikizler sayesinde binaların, hatta tüm mahallelerin afet senaryoları simüle edilebilecek; riskler önceden tahmin edilip planlamaya entegre edilebilecek.
Bu eğilimlerin her biri, mimarlığı daha önleyici, daha öngörülü, daha adaptif bir hale getiriyor. Panelin son kısmında tartışma, dayanıklılık politikalarının mimarlık mesleği üzerindeki etkilerine yöneldi. Katılımcılar, önümüzdeki dönemde mimarların yalnızca estetik üreticileri değil, politika yapıcı aktörler haline geleceğini vurguladı. Çünkü kentlerin geleceği artık yalnızca belediyelerin değil, mimarların da sorumluluğu altında. Dayanıklılık politikaları, yapı yönetmeliklerinden kentsel dönüşüm yasalarına, enerji verimliliği standartlarından afet sonrası planlama ilkelerine kadar çok geniş bir alanda etkili olacak. Bu süreçte mimarların, politika üretim mekanizmalarında aktif yer alması gerekiyor.
Önümüzdeki on yılda, mimarlığın geleceği üç kavramla tanımlanacak gibi görünüyor: Dijital bilinç, çünkü veri olmadan karar veremeyiz. Ekolojik bütünlük, çünkü doğa olmadan var olamayız. Toplumsal dayanışma, çünkü insan olmadan hiçbir sistem ayakta kalamaz. Bunların toplamı, “akıllı şehirler” değil; bilge şehirler kavramını gündeme getiriyor. Yani dayanıklılık artık sadece akılla değil, değerlerle inşa edilecek bir gelecek vizyonu.
Mimarlar ve Akademisyenler İçin Bir Vicdan Manifestosu
Panelin ardından konuşmaların yankısı uzun süre zihnimde kaldı.
Çünkü dünkü panelde Eskişehir’de konuşulanlar, yalnızca bir etkinliğin parçası değil; Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir yol haritasıydı. Dünya Mimarlık Haftası vesilesiyle yaptığımız bu tartışma, aslında şu gerçeği bir kez daha ortaya koydu: Mimarlık, yalnızca binaları değil, toplumları da ayakta tutar. Dayanıklılık, betonla değil bilinçle başlar. Bir ülkenin kentleri ne kadar güzel olursa olsun, eğer o kentlerin insanları güvende değilse, hiçbir mimari başarı anlamını koruyamaz. Panel boyunca konuşulan beş tema “kavramsal çerçeve, tasarım, eğitim, kültür ve gelecek” aslında aynı cümlenin farklı kelimeleriydi:
“Dirençli bir Türkiye, dayanıklı mimarlıkla mümkün.”
Ama o mimarlığın temelinde teknik değil, vicdan olmalı. Afetler, bu topraklarda defalarca sınandığımız bir gerçek. Depremler, seller, yangınlar… Hepsi bize aynı dersi tekrar tekrar hatırlatıyor: Yıkılan duvarlar değil, unutulan derslerdir.
Artık yalnızca “yeniden inşa” etmeyi değil, “yeniden düşünmeyi” öğrenmemiz gerekiyor.
Bu da mimarların omzunda hem ağır hem onurlu bir sorumluluk bırakıyor. Çünkü mimar, sadece estetik üreten bir sanatçı değil; aynı zamanda toplumsal onarımın mühendisidir.
Bu topraklarda yapılan her binanın içinde bir hayat, bir umut, bir hikâye saklı.
Dolayısıyla dayanıklılık, yalnızca yapının strüktürüyle değil, o yapının temsil ettiği yaşam değerleriyle ilgilidir. Bir bina yıkıldığında sadece beton değil, hafıza da yıkılır. Bir kent yeniden kurulduğunda yalnızca duvarlar değil, kimlik de örülür.
Panelin en çok yankı bulan kısmı, mimarlık eğitiminin dönüşümüne dair bölümlerdi.
Çünkü geleceğin mimarlarını yetiştirmek, belki de en büyük ulusal sorumluluğumuz.
Üniversiteler, artık yalnızca çizim ve maket üretim merkezleri değil; krizleri önceden görebilen, afetlere karşı çözüm üreten, doğayla barışık düşünme laboratuvarları olmak zorunda.
Mimarlık akademisyenlerine, hocalarımıza düşen görev büyük: Müfredatlarımızı, sınavlarımızı, hatta stüdyo konularımızı yeniden düşünmeliyiz. Afetlere dayanıklı kentler, eğitimde dayanıklılıkla başlar. Öğrencilerimize “güzel binalar” değil, “adil kentler” tasarlamayı öğretmeliyiz. Çünkü geleceğin mimarlığı, yalnızca estetik değil, etik bir mesele. Ve etik, dayanıklılığın görünmeyen iskeletidir.
Türkiye, yorgun bir coğrafya. Yıllardır süren afetlerin, yanlış planlamaların, aceleci inşaatların yükünü taşıyor. Artık bu yükü hafifletmenin zamanı geldi. Mimarlar, bu ülkenin geleceğini yeniden kuracak en güçlü meslek grubudur. Çünkü her bir çizgi, her bir karar, bir yaşamın kaderine dokunuyor. Bugün attığımız imzalar, yarının güvenliğini belirliyor.
O yüzden bu yazı bir davetle bitsin: Mimarlar artık yalnızca çizim masasında değil, karar masasında da yer almalı. Kentlerin geleceği, sadece siyasetçilerin değil, mimarların, mühendislerin, plancıların, akademisyenlerin ortak aklıyla inşa edilmeli.
Her binanın bir hafıza taşıyıcısı, her meydanın bir buluşma alanı, her okulun bir umut yuvası olduğunu unutmadan; artık “inşa etmek” kadar “iyileştirmek” de bizim görevimiz.
Panelden geriye dönüp baktığımda şunu gördüm: Dayanıklılık, bireysel çabalarla değil, kolektif bilinçle mümkün. Bir mimar tek başına bir bina yapabilir, ama bir toplumun direncini yalnız başına kuramaz. Bu yüzden dayanıklılık bir meslek değil, bir birlik halidir.
İklim krizi, göç, yoksulluk, deprem riski… Hepsi birbirine bağlı zincirler.
Bu zincirleri çözmenin yolu, her meslek disiplininin kendi halkasını güçlendirmesinden geçiyor. Bugün mimarlık, artık yalnızca bir sanat değil; toplumun ayakta kalma stratejisidir. Ve o strateji, tasarımla değil, değerle başlar.
Panelin sonunda, salondan çıkarken herkesin yüzünde aynı ifade vardı: Yorgun ama umutlu.
Çünkü artık biliyoruz: Bir ülkenin dayanıklılığı, inşa ettiği binalarla değil, yetiştirdiği mimarlarla ölçülür. O yüzden bugün, tüm meslektaşlarıma, öğrencilerime, akademisyenlere, belediyelere, kurumlara tek bir çağrım var:
Gelin, yeniden düşünelim. Daha adil, daha doğayla uyumlu, daha dirençli bir Türkiye’yi birlikte tasarlayalım. Çünkü mimarlık, geleceği kurtarmanın en sessiz ama en güçlü yoludur.
Ve o gelecek, hâlâ elimizde.
O geleceği şekillendirmek ve dirençli hale getirmek amacıyla Eskişehir Teknik Üniversitesi koordinatörlüğünde, 11 ülkeden 30 paydaşın katılımıyla yürütülen EPD-Net Projesi, bu çerçevede önemli bir eğitim, iş birliği ve farkındalık seferberliği niteliği taşımaktadır.
Ayrıca Üniversitemizde, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) desteğiyle yürütülen 100/2000 Doktora Programı kapsamındaki tematik alanlardan biri olan “Acil Durum Mimarlığı”, afetlere dirençli bir Türkiye için mimarlığın dönüşümünü üstlenecek yeni nesil mimar akademisyenleri yetiştirmektedir. Bununla birlikte, Üniversitemiz bünyesinde Rektörümüz Sayın Prof. Dr. Adnan Özcan'ın da destekleriyle hazırlıkları süren “Acil Durum Mimarlığı” lisansüstü programı, dayanıklılık odaklı mimarlık anlayışı açısından bir dönüm noktası, bir milat olacaktır.
“Dayanıklılık İçin Mimarlık: Yeniden İnşa Etmek Değil, Yeniden Düşünmek”
Prof. Dr. Alper Çabuk – Eskişehir, Dünya Mimarlık Haftası Paneli Sonrası