Eskişehir’in Beylikova ilçesi… Şimdilerde adı, tarlalarındaki arpa değil, toprağının altındaki nadir elementlerle anılıyor.
Resmi açıklamalara göre rezerv, Çin’den sonra dünyanın en büyüklerinden biri. İçinde skandiyum, seryum, itriyum gibi yüksek teknoloji üretiminde kullanılan elementler var. Yani akıllı telefonlardan füze sistemlerine, elektrikli araç pillerinden çip sanayisine kadar neredeyse bütün stratejik alanlarda kullanılan hammaddeler.
Kısacası bu toprak, geleceğin sanayi savaşlarının cephaneliği.
Ama işin teknik kısmı sadece parıltılı bir kabuk. Asıl mesele, bu rezervin nasıl, kimin eliyle ve kimin çıkarına işletileceği. Türkiye’de son yıllarda her “milli kaynak” hikâyesi, sonunda bir uluslararası konsorsiyumun ya da yandaş şirket ağının servetine dönüşüyor. Beylikova’nın da aynı kaderi paylaşması işten bile değil.
Basına yansıyan iddialara göre, Erdoğan–Trump görüşmelerinde bu rezerv, ABD’nin Çin’le yürüttüğü ticaret savaşında Türkiye’nin “stratejik katkısı” olarak masaya gelmiş. Trump’ın amacı basit: Çin’in nadir element tekelini kırmak. Erdoğan’ın hesabı daha tanıdık: Washington’la “iyi ilişkiler” kurmanın yeni bedeli olarak yerli kaynakları pazarlamak. “Dünya beşten büyüktür” derken bile aslında o beşin kapısında sıraya girmek… Bu ülkede bağımsızlık nutukları, çoğu zaman dışa bağımlılığın dilbilgisiyle kuruluyor.
Tam da bu yüzden Beylikova’daki nadir element, yalnızca bir maden değil, bir siyasal aynadır. Bu aynada Türkiye’nin tüm çelişkileri yansıyor: bir yanda anti-emperyalist nutuklar, öte yanda NATO üslerinin gölgesi. Bir yanda “yerli ve milli enerji” vurgusu, öte yanda ithal teknolojiye dayalı üretim yapısı.
Erdoğan hükümetinin Gazze konusundaki ikircikli tavrı da bu tablonun devamı. Sözde Filistin’e destek, pratikte İsrail’le ticaret rekoru. Aynı ikiyüzlülük, doğa ve emek politikalarında da sürüyor. Kapitalist üretim ilişkileri sorgulanmadıkça, her “direniş” gösterisi aslında sistemin makyajı oluyor.
CHP lideri Özgür Özel, Eskişehir mitinginde Beylikova konusunu gündeme getirdi. “Bu toprakların zenginliği kimsenin arka bahçesi olamaz” vurgusu yaptı. Güzel vurgu, ama sözden fazlasına dönüşmeli.
Türkiye’de ana akım partiler, NATO’suz, sermayesiz, ABD’siz bir siyaset tahayyül edemiyor. Dolayısıyla doğa talanı karşısında da gerçek bir muhalefet üretilemiyor. Çünkü doğayı savunmak, aynı zamanda mülkiyet ilişkilerini tartışmak demektir. Oysa düzen partilerinin hiçbirinin buna mecali yok.
Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinde, sermaye birikiminin artık yalnızca sanayiyle değil, dünya kaynaklarının yeniden paylaşımıyla sürdüğünü anlatır. Kapitalist merkezler, çevre ülkelerin madenlerini, emeğini ve pazarını kendi krizlerini ötelemek için kullanır. Beylikova tam da bu teorinin canlı örneği. Bugün ABD, Çin’in teknoloji tekelini kırmak için Türkiye’nin topraklarına göz dikiyorsa, mesele yalnızca jeoloji değil, politik ekonomi meselesidir.
Anti-emperyalist bir duruş, yalnızca “yerli üretim” ya da “kendi kaynağımızı işleyelim” demek değildir. Mesele, üretim araçlarının kimin elinde olduğu ve elde edilen değerin kimler arasında paylaşıldığıdır. Nadir elementin çıkarılmasıyla kazanılacak servet, Eskişehirli işçiye, köylüye, mühendise mi kalacak; yoksa sermaye gruplarının ve emperyal merkezlerin kasasına mı girecek? Soru budur.
Bir ülke kendi madenini çıkarabilir ama eğer üretim sürecini, teknolojisini ve finansmanını dışa bağımlı biçimde kuruyorsa, aslında egemenliğini değil, bağımlılığını derinleştirir. Lenin’in sözünü ettiği “yeni sömürgecilik biçimi” tam da budur: askeri işgal yoktur, ama ekonomik tahakküm sürer. Bugün Türkiye’nin madencilik politikasına bakınca bu tabloyu net biçimde görüyoruz. Sermaye sınıfı, doğayı tahrip ederek kârına kâr katıyor; devlet, bu tahribatı “kalkınma” diye pazarlıyor; muhalefet ise sessiz kalıyor çünkü aynı üretim mantığına teslim.
Beylikova’daki rezerv, Türkiye’ye bir şans sunabilirdi: doğa ve emeğin çıkarlarını merkeze alan, kamu mülkiyetini temel alan, çevresel duyarlılığı yüksek bir sanayi politikası inşa etmek. Ama bunun için önce NATO’culukla, neoliberalizmle ve rant devletçiliğiyle hesaplaşmak gerek. Kısacası, yerin altındaki zenginliği korumak için yerin üstündeki düzeni değiştirmek şart.
Bugün bu ülkede gerçek çevrecilik, yalnızca ağaçları değil, emekçiyi ve bağımsızlığı da savunmaktır. Anti-emperyalist ekoloji, toprakla birlikte emeğin onurunu da savunan bir mücadeledir. Beylikova’da çıkarılacak elementler değil, satılmayacak bir vicdan varsa işte o zaman bu topraklar gerçekten zengindir.