Son on gün boyunca Türkiye, sadece ağaçlarını değil, hafızasını, umudunu ve doğayla kurduğu kadim bağını da yitirdi.
Ege’nin tuz kokan rüzgarı, Marmara’nın serin dağ yamaçları, Akdeniz’in zeytinlikleri… Hepsi birer birer alevlere teslim oldu. Yangın, sadece toprağı değil, insanın içini de yaktı. Her bir kıvılcım, bir çocuğun geleceğini, bir yaşlının gölgesini, bir kuşun yuvasını yok etti. İzmir’in Aliağa ilçesinde başlayan ilk yangın, kısa sürede büyüdü. Rüzgarın da etkisiyle alevler kontrol edilemez hale geldi. Ardından Manisa, Balıkesir, Bilecik, Kütahya, Hatay… Yangınlar zincirleme şekilde yayıldı. 14 ilde 80 bin hektardan fazla ormanlık alan yandı. Bu, sadece bir rakam değil; bizim ve bizim dışımızda milyonlarca canlının yaşam alanıydı. Belki milyonlarca ağaç, on binlerce kuş, sincaplar, kaplumbağalar, arılar ve diğerleri… Hepsi sessizce yok oldu. Yangınlar nedeniyle çok sayıda bina ağır hasar ve bir kısmı tamamen yandı. On binlerce insan evlerinden tahliye edildi. Bazıları bir daha geri dönemedi. İnsanlar yaralandı, insanlar hayatını kaybetti.
İzmir’in Çeşme, Menderes, Seferihisar ve Ödemiş ilçelerinde yaşananlar, bir doğa felaketinden çok daha fazlasıydı. İnsanlar evlerini bırakıp kaçarken, bazıları hayvanlarını kurtarmak için geri döndü. Traktörlerle, su bidonlarıyla, çıplak elleriyle alevlere karşı koymaya çalıştılar. Bazı köylüler, yangının ortasında kalıp kendi imkanlarıyla mücadele etti. O anlarda devletin müdahalesi yetersiz kaldı diyenler de oldu, canla başla çalışan ekipleri alkışlayanlar da. Çeşme-İzmir otoyolu kapatıldı, Adnan Menderes Havalimanı geçici olarak hizmet dışı kaldı. Şehirler duman altında kaldı, gökyüzü günlerce griye boyandı.
Yangınların çıkış nedenleri hâlâ tartışılıyor. Aşırı sıcaklar, düşük nem, kuvvetli rüzgarlar elbette etkiliydi. Ama bazı yangınlar insan eliyle çıktı. İhmal, dikkatsizlik, hatta sabotaj şüphesiyle soruşturmalar başlatıldı. Bu da yangınların sadece doğa kaynaklı değil, insan kaynaklı bir yıkım olduğunu gösterdi. Tarım ve Orman Bakanlığı, bir haftada 624 yangın çıktığını açıkladı.
Bu sayı, Türkiye’nin orman yangınlarına karşı ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. İklim krizinin etkileri artık sadece bilimsel raporlarda değil, yanmış topraklarda, suskun ormanlarda, ağlayan çocuklarda kendini gösteriyor. Ama bu karanlık tabloya rağmen, umut da vardı. İtfaiyeciler, gönüllüler, askerler, köylüler… Herkes elinden geleni yaptı. Bazıları günlerce uykusuz kaldı, bazıları kendi evini bırakıp komşusunun evini korumaya koştu. Sosyal medyada yardım çağrıları yayıldı, su tankerleri, maskeler, yiyecekler organize edildi. Bu ülke, yangınla sınandı ama dayanışmayla direndi.
Bu yangınlar, sadece bir afet değil; aynı zamanda bir uyarıydı. Doğayla kurduğumuz ilişkiyi, kentleşme politikalarını, çevre bilincimizi, afet yönetimimizi yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlattı. Alevler, sadece ağaçları değil; yılların ihmaliyle biriken sorunlarımızı da gün yüzüne çıkardı. İklim krizinin artık soyut bir gelecek tehdidi değil, şu anın yakıcı gerçeği olduğunu hepimize gösterdi. Yaşadıklarımız yeni bir doğa-insan-şehir ilişkisini kurmamızı zorunlu kılıyor. O yüzden bu yazı, bir büyük afetin ardından yas tutmaktan fazlasını yapmak için yazıldı. Bu yazı, doğayı kaybetmenin ne anlama geldiğini anlayarak, onu yeniden kazanmanın yollarını birlikte aramak için yazıldı.
Yaşadığımız yangınlar yalnızca yitirdiğimiz ağaçları değil; planlama anlayışımızı, krizlere karşı hazırlık düzeyimizi ve doğayla kurduğumuz etik bağı da sorgulamamıza neden oldu. Türkiye’nin orman yangınlarına karşı gelecekte daha dirençli bir ülke hâline gelebilmesi için, bütüncül bir vizyonla ve dört ana eksende şekillenmiş stratejik bir yol haritasına ihtiyaç var. Bu yolun ilk adımı, doğa temelli çözümleri planlama süreçlerinin merkezine yerleştirmek olmalı. Orman yangınlarına karşı yalnızca yangın anında değil, öncesinde alınacak ekolojik önlemlerle de mücadele edilmelidir. Özellikle yerleşim alanlarının çevresinde oluşturulacak, düşük yanıcılığa sahip yerli türlerden oluşan yeşil kuşaklar, yangının şehir ve köylere sıçramasını engelleyebilir. Monokültür orman yapıları yerine, tür çeşitliliğine dayalı ve biyoçeşitliliği koruyan orman yönetimi anlayışı teşvik edilmelidir. Yangın sonrası alanların rastgele ağaçlandırılması yerine, doğanın kendi kendini yenileme gücüne saygı gösterilerek bilimsel temelli bir restorasyon süreci uygulanmalıdır. Kent planlarında ise doğayla uyumlu yeşil altyapı çözümleri, geçirgen yüzeyler, karbon yutma kapasitesi yüksek kamusal alanlar ve ekolojik koridorlar önceliklendirilmelidir. Kentlerin doğayla savaşan değil, doğayla birlikte yaşayan organizmalara dönüşmesi artık kaçınılmaz bir zorunluluktur.
İkinci temel başlık, toplumsal düzeyde afet farkındalığını ve iklim direncini artırmaktır. Orman yangınlarına karşı sadece itfaiye ekiplerinin değil, tüm toplumun hazırlıklı olması gerekir. Köylerde yaşayan vatandaşların yangın anında ne yapacaklarını bilmedikleri, yeterli eğitime ve yönlendirmeye sahip olmadıkları acı tecrübelerle görülmüştür. Bu nedenle mahalle ve köy düzeyinde gönüllü yangın ekipleri kurulmalı, periyodik tatbikatlar yapılmalı ve erken uyarı sistemleri herkesin erişebileceği şekilde kurgulanmalıdır. Ayrıca okullarda iklim değişikliği eğitimi yaygınlaştırılmalı, çocuklara doğayı tanıma ve koruma bilinci erken yaşta kazandırılmalıdır. Yangınları yalnızca bir müdahale meselesi değil, yaşam kültürünün bir parçası olarak görmek gerekir. Hazırlıklı olmak, yalnızca kayıpları azaltmanın değil, toplumsal dayanıklılığı artırmanın da en etkili yoludur.
Üçüncü adım, bilimsel bilgi ve teknolojik kapasitenin karar alma süreçlerine entegre edilmesidir. Uzaktan algılama, coğrafi bilgi sistemleri (CBS), yapay zekâ tabanlı analizler ve afet modelleme araçlarıyla orman yangınlarına dair büyük veriler elde edilebilmekte ve bu veriler sayesinde hem yangın öncesi risk haritaları oluşturulabilmekte hem de yangın sonrası tahribat bilimsel olarak haritalanabilmektedir. Eskişehir Teknik Üniversitesi Yer ve Uzay Bilimleri Enstitüsü olarak bizler, uzun yıllardır bu teknolojileri kullanarak orman yangınlarının mekânsal boyutunu analiz etmekte, yangınların neden olduğu çevresel kayıpları belgelemekte ve restorasyon için öncelikli alanları belirlemekteyiz. Uydu görüntüleri, İHA’lar ve termal verilerle sağlanan bu analizler, yalnızca akademik raporlar üretmek için değil, aynı zamanda yerel yönetimlerin ve karar vericilerin doğru politikalar üretmesini sağlamak için değerlidir. Ancak bu tür verilerin uygulamaya aktarılması için üniversitelerle kamu kurumları arasında etkili iş birliklerinin kurulması ve mekânsal karar destek sistemlerinin oluşturulması gerekmektedir.
Son olarak, bu dönüşümün kalıcı olabilmesi için eğitim, ortak akıl ve uluslararası iş birliğine dayalı modellerin yaygınlaştırılması elzemdir. Bu noktada, Avrupa Birliği destekli ve yürütücülüğünü üstlendiğimiz EPD-Net Projesi, afet yönetimi ile ekolojik planlama arasında köprü kuran, çok paydaşlı ve disiplinler arası bir platform sunmaktadır. Proje kapsamında geliştirilen çok dilli eğitim modülleriyle, doğa temelli planlama, ekolojik kırılganlık, afet riski gibi konular; yüksek lisans öğrencilerinden yerel yöneticilere kadar geniş bir yelpazedeki katılımcılara ulaşmakta ve kapasite gelişimini sağlamaktadır. Dünya genelinde iyi uygulama örneklerinin paylaşılmasını kolaylaştıran bu proje, yalnızca teknik beceri kazandırmakla kalmamakta; aynı zamanda ortak bir gelecek vizyonu inşa etmektedir. EPD-Net sayesinde bilgi, halkla, karar alıcılarla, uygulayıcılarla ve gençlerle buluşmakta; toplumsal bir dönüşümün zeminini oluşturmaktadır.
Tüm bu adımlar birer tercih değil, birer zorunluluktur. Bugün atacağımız bilinçli ve cesur adımlar, yarın yaşayacağımız afetlerin önüne geçebilir. Eğer doğa temelli planlama ilkelerini benimsemez, halkı sürece dâhil etmez, bilimi karar süreçlerinin merkezine yerleştirmezsek; gelecek yıllarda çok daha büyük kayıplarla yüzleşmemiz kaçınılmaz olacaktır. Ancak tam tersine, şimdi kararlılıkla hareket edersek; ormanlarımızı, biyolojik çeşitliliğimizi ve yaşam alanlarımızı koruyabilir, yangınlara karşı daha dirençli, doğayla daha uyumlu bir toplum inşa edebiliriz.
Bu yangınlar sadece bir afet değildi; aynı zamanda bir çağrıydı. Bugün, yalnızca yanan ağaçların yasını tutmak için değil; geleceği korumak, yeniden inşa etmek, birlikte iyileşmek için bir aradayız. Çünkü bu topraklar, birlikte yeşerttiğimizde güzelleşir. Bu ülkenin ormanları yalnızca kök salan ağaçlardan değil, onları seven, koruyan ve her birini kendi yüreği gibi hisseden insanlardan oluşur. Yangınlar bize doğanın bir kaynak değil, bir dost olduğunu hatırlattı. Ve dostluk, sadakat ister. Şimdi doğaya sadakat zamanı.
Bu noktada herkesin yapabileceği bir şey var. Bir peyzaj mimarı, bir orman mühendisi, bir plancı, bir öğretmen, bir belediye başkanı, bir öğrenci, bir çiftçi, bir anne, bir çocuk… Herkesin yapabileceği bir şey. Bir ağacı savunmak. Bir çocuğa ormanın kıymetini anlatmak. Bir toplantıda imara açılmak istenen doğal alan için “hayır” demek. Evimizin önüne su bırakarak susuz kalmış bir yaban hayvanını hayatta tutmak. Bir afet eğitimine katılmak. Bir projeye destek vermek. Bunların hiçbiri küçük değil. Çünkü büyük dönüşümler, küçük adımlarla başlar. Her kıvılcım bir yangın başlatabilir, evet… Ama aynı zamanda her vicdanlı adım, büyük bir iyileşmenin fitilini de ateşleyebilir.
Eskişehir Teknik Üniversitesi olarak biz bu fitilin başında duruyoruz. Bilimin ışığında, doğaya saygıyla, toplumun dayanışmasıyla bu ülkeyi daha dirençli, daha sürdürülebilir ve daha vicdanlı bir geleceğe taşımaya kararlıyız. EPD-Net Projesi bu kararlılığın somut bir ifadesidir. Doğa temelli çözümlerle afetlere karşı hazırlıklı kentler inşa etmek, yalnızca bir vizyon değil; yaşamak istediğimiz dünyanın ta kendisidir. Biz, o dünyanın inşasına katkı sunmaya devam edeceğiz. Çünkü bir ülkenin ormanları ne kadar güçlüyse, geleceği de o kadar yeşildir.
Yazımın sonunda birçok yazımda olduğu gibi bilimin ve bilim insanı olmanın verdiği sorumluluğu kendi bakış açımdan vurgulamak istiyorum. Bilimsel verilerle konuşuyoruz, mekânsal analizler yapıyoruz, algoritmalarla yangının yayılımını modelleyebiliyoruz. Ama bazen, haritanın üzerine işlenmiş yanık bir alan, yalnızca kaybedilen ağaçların değil; bir çocuğun oyun alanının, bir annenin serinlik aradığı gölgenin, bir kuşun yuvasının da sessiz çığlığıdır. İşte bu yüzden, benim için bilim; yalnızca ölçmek, sınıflamak, hesaplamak değil; aynı zamanda duyumsamak, hatırlamak ve sorumluluk almaktır. Geçen haftaki yazımda vurgu yaptığım Tokyo ya da Seul’deki bir metrodaki acil durum kitinden, Tokyo’daki parkın altına inşa edilmiş bir deprem sığınağından, Antakya’daki yıkıntıların arasından, İzmir’in yanan ormanlarından ve Eskişehir’in laboratuvarlarında, ülkemin dört yanında arazide çalışan genç araştırmacılardan ve meslektaşlarımdan öğreniyorum ki: Bilim, insana dokunmuyorsa eksiktir. Biz afetlere müdahale eden planlamalar yaparken aslında yalnızca ekosistemleri değil, geleceğe dair inancımızı da korumaya çalışıyoruz. Çünkü bilimin gerçek değeri, ne kadar doğru hesapladığınızda değil, neyi kurtarmak için hesapladığınızda gizlidir. O nedenle ben bir bilim insanı olarak yalnızca mekânları değil, insanlık hatırasını planlıyorum. Bilim benim elimde bir harita değil; bir vicdan pusulası. Ve bu pusula bize şunu gösteriyor: Eğer yeniden bir orman olacaksa, önce biz insanlar yeniden filizlenmeliyiz.
Bugün ağaçlar sustu. Kuşlar göçtü. Toprak yanıyor. Ama biz hâlâ buradayız. Ve hâlâ elimizde bir umut var. Bilgiyle, dayanışmayla, kararlılıkla ve vicdanla o umudu büyütmek elimizde.
Orman sadece ağaç değildir.
Orman, bir annenin çocuğunu serinlettiği gölgeliktir.
Bir dedenin torununa anlattığı ilk masaldır.
Bir kuşun sabaha karşı söylediği şarkıdır.
Orman, yuvadır. Umuttur. Gelecektir.
Ve biz o geleceğin yanmasına seyirci kalmaya değil, korumaya geldik.