“…Bilim insanı olmak sadece laboratuvarlarda, toplantı salonlarında, akademik metinlerde var olmak değildir. Bilim insanı olmak, halkın içinde, yoksulun gölgesinde, çocuğun gözünde, yaşlının sessizliğinde sorumluluk hissetmektir…
Geçtiğimiz haftalarda önce Madrid, ardından Havana’yı kapsayan kısa ama etkili bir seyahatte bulundum. Bu iki başkentte gördüklerim, yalnızca mekânlara değil, dünyaya ve insanlığa dair bakışımı da derinden etkiledi. Bu yazı, o yolculuğun bana bıraktığı izlerle şekillendi. Amacım ne nostalji yapmak ne turistik gözlemler aktarmak… Amacım; aynı dili konuşan iki halkın nasıl bambaşka gerçekliklerde yaşadığını anlatmak, insanlığın ortak vicdanını hatırlatmak ve Eskişehir Teknik Üniversitesi adına yürütmekte olduğum AB Birliği Erasmus Programı tarafından desteklenen EPD-Net Projesi bağlamında yeni bir iş birliği ve dayanışma çağrısı yapmaktır.
Bu yazı, bir seyahatin ardından kaleme alınmış anekdotlar değil; bir vicdan kaydının satırlarıdır.
Zıtlıkların Yansımaları: İki Başkent, Tek Dil
Bazen bir yolculuk, gidilen yerden çok, bakılan yerin nasıl görüldüğüyle ilgilidir. Aynı dili konuşan, aynı güneşin altında yaşayan iki toplumun bu denli farklı hayatlar sürdüğüne tanık olmak… İnsanın içini titretiyor... Madrid’in düzenli meydanlarından, zamanın ritmini neredeyse unuttuğu Havana sokaklarına uzanan bu yolculuk, benim için yalnızca iki başkenti birbirine bağlayan bir seyahat değildi. Bu, insanlığımızı, adaleti, barışı ve bilimin sorumluluğunu yeniden düşünmemi sağlayan bir yüzleşmeydi.
Kimi zaman çöplerin içinde oyun oynayan çocukların gülümsemesinde, kimi zaman elektriklerin olmadığı bir gecede duyduğum bir gitar tınısında, kimi zaman bir hekimin sade ama etkili sözlerinde… Kendime, insanlığa ve bu dünya üzerindeki yerimize dair derin sorularla karşılaştım.
İspanyolca konuşulan iki başkentte, Madrid ve Havana’da, birbirine kardeş iki dilin farklı yankılarını dinledim bu seyahatte. Aynı kökten doğan bu iki kültür, aynı kelimeleri kullansa da bambaşka dünyalara açılıyordu. Madrid’in düzenli, temiz, ihtişamlı meydanlarında yürürken, İspanyol İmparatorluğu’nun asırlardır biriktirdiği güç, zenginlik ve ihtişam neredeyse hâlâ taşlarda yankılanıyor gibiydi. Oysa aynı imparatorluğun yüzyıllar boyu sömürüp, sonunda geride bıraktığı Havana, bugün bambaşka bir hikâye anlatıyor: yıpranmış duvarlar, çöplerle örtülü sokaklar, her an yaşanabilecek bir elektrik kesintisinin karanlık tehdidi; kırılgan bir toplum ancak bununla yaşamayı öğrenmiş ve bu şekilde yaşamaya direnç kazanmış insanlar…
Bugün Havana’nın meydanlarında gezerken İspanyolca konuşan insanların yüzlerinde, zamanın bu kırılmalarına tanık oluyorsunuz. Madrid'de sanatla, estetikle, düzenle karşılanan dil; Havana’da hayatta kalmanın, sabrın, mizahın, her şeye rağmen ayakta kalmanın ve belki de sessiz bir direnişin dili hâline gelmiş.
Elektrik Kesintileri, Çöp Yığınları ve Bir Halkın Direnci
Havana sokaklarında yürürken ilk fark ettiğiniz şeylerden biri, şehrin zamanla olan kopuk ilişkisi oluyor. Sanki takvimler yıllar önce durmuş, saatler yalnızca hayatta kalma ritmini ölçüyor. Modern dünyanın konforlarını, interneti, ışıklı meydanları neredeyse hiç umursamayan ama bir yandan da bunlardan kopmuş olmanın yükünü taşıyan bir şehir burası.
Bir gün içinde birden fazla kez yaşanan elektrik kesintisi, sıcak ve nemli hava evlerin içindeki hayatı dışarı taşırıyor. İnsanlar balkonlardan birbirlerine sesleniyor, küçük radyolardan gelen sesler boş sokaklara karışıyor. Modern teknolojinin neredeyse yok olduğu, ama insani iletişimin hâlâ canlı kaldığı bir başka zamana geçiyorsunuz.
Ancak bu eksiklikler, insanları boyun eğmeye zorlamamış. Aksine, Havana’da her yüz ifadesinde, her sokak köşesinde, büyük bir direncin izlerini görmek mümkün. Çöplerin sokaklara savrulmuş hâli, altyapının çöküşünü değil, aslında üstyapının yani sistemin ve modern dünya düzeninin çaresizliğini sergiliyor. Ve bu da bana bir kez daha hatırlatıyor: kırılganlık yalnızca ekonomik ya da fiziksel bir durum değil, aynı zamanda siyasi ve ahlaki bir mesele.
Burada halkların kardeşliği fikri üzerinde durmak da kaçınılmaz hâle geliyor. Aynı dili konuşan, aynı kıtadan beslenen bu iki toplumun bu kadar farklı koşullarda yaşaması, “kardeşlik” idealinin söylemden öteye geçemediğini acı bir şekilde gözler önüne seriyor. Küba’nın sokaklarında, halkların kardeşliğine değil; halkların yalnızlığına, unutulmuşluğuna ve içsel dayanıklılığına tanık oluyorsunuz. Bu gezi bana bir kez daha gösterdi ki, küresel eşitsizlik yalnızca istatistiklerde değil, bir çocuğun karanlıkta ödev yapmaya çalıştığı bir Havana akşamında, bir annenin çöplerin yanında oynayan çocuğuna endişeyle baktığı bir sabahta kendini gösteriyor.
İnsanlığımızı Sorgulamak ve Ortak Geleceğimiz İçin Bir Işık
Bu yolculuk, benim adıma sadece iki şehir arasında geçilen binlerce kilometrelik bir fiziksel mesafe değildi. Aynı zamanda içimde açılan devasa bir mesafenin, sorularla ve çelişkilerle dolu bir iç yolculuğun başlangıcıydı.
Havana’nın duvarlarında boyanmış sloganlar, geçmişin devrimci ruhunu bugünün ekonomik sıkıntılarına yoldaş etmeye çalışıyordu. Ancak kimi zaman bu ruhun yerini, derin bir sessizliğin ve kabullenişin aldığını gördüm. İnsanlar konuşmak yerine bakıyordu. Yüzlerdeki çizgiler, yalnızca güneşin değil, umutla hayal kırıklığı arasında geçen yılların izlerini taşıyordu.
Ama yine de... Her şeye rağmen yaşamın devam ettiği bu coğrafyada, tanıştığım bir Kübalı hekimin sağlık sorunlarımla ilgili yaptığı değerlendirme benim için oldukça değerliydi. Bilimin, uzmanlığın ve insanlığın coğrafyalar üstü olduğunu hatırlattı bana. Koşullar ne olursa olsun, bilgi ve etik sorumluluk bazen en zor koşullarda bile kendine bir yol bulabiliyor. Bu da umut vericiydi.
İşte tam da bu noktada, EPD-Net Projesi zihnimde yeni bir bağ kurdu. Bu proje, yalnızca ekolojik planlama, afet dayanıklılığı ya da eğitim modülleri üretmekle kalmıyor. Aynı zamanda dünyanın farklı noktalarında yaşanan adaletsizlikleri anlamaya, anlamlandırmaya ve bunlara bilgiyle karşılık vermeye çalışan bir çabanın adı.
EPD-Net, doğa tabanlı çözümler geliştirirken, aynı zamanda insan tabanlı bir dayanışma dili kurmayı da hedefliyor. Küba sokaklarında gördüğüm kırılganlık, bu tür projelerin yalnızca teknik değil, aynı zamanda etik ve insani bir sorumluluk taşıdığını bir kez daha hatırlattı bana. Diğer yandan bazı yönlerden ülkenin ve halkının yalnızlığına ve yoksulluğuna karşın güçlü duruşu da sorgulamamı sağladı... Özellikle Amerika’nın ilk üniversitelerinden biri olan Havana Üniversitesine ziyaretimde gördüklerim akademinin ve bilimin toplumu aydınlatan gücünü anlamam açısından etkileyiciydi. Üniversitesi kampüsü çölün ortasında bir vaha gibiydi. Şunu da belirtmem gerekiyor ki; Küba'da okuryazarlık oranı %95’in üzerinde... Eğitim ve sağlık hizmetleri evrenselleştirilmiş, tıp eğitimi güçlendirilmiş. Bugün hâlâ Küba, Latin Amerika’nın en güçlü sağlık sistemlerinden birine sahip ve gelişmekte olan ülkelere sağlık personeli gönderen bir ülke konumunda.
Tarih Havana’nın duvarlarında asılı duruyor. Che’nin silueti, Plaza de la Revolución’daki dev portrede olduğu gibi hâlâ ayakta; Fidel’in sesi, kimi zaman bir yaşlının anlattığı anılarda, kimi zaman bir öğretmenin kurduğu cümlelerde dolaşıyor. Bu topraklarda devrim yalnızca geçmişin bir hatırası değil, bugünün çelişkileriyle iç içe geçmiş bir varlık hâlinde.
Che ve Fidel’in başarı ya da başarısızlığını değerlendirmek ise, yalnızca tarihe değil, başarı kavramının kendisine nasıl baktığımıza da bağlı. Eğer başarıyı tüketim toplumunun ölçütleriyle, yani ekonomik büyüme, piyasa verimliliği ve çok uluslu yatırımlarla tanımlarsak; Küba bugün başarısız bir deneyim gibi görünebilir. Ancak başarıyı emperyalizme karşı direnç, kültürel bağımsızlık, evrensel sağlık ve eğitim hakkı, toplumsal dayanışma ve ideolojik tutarlılık olarak tanımlarsak; Küba’nın dünya tarihine eşsiz bir örnek bıraktığı açıktır.
Che, hayatının sonuna kadar dünya devrimini savundu; Fidel ise devrimi kendi halkı için yaşatmayı tercih etti. Bu yollar zamanla ayrıldı ama mirasları hâlâ Havana sokaklarında, halkın yüzlerinde ve zihinlerinde dolaşıyor. Fakat bu görsellerin altında yaşayan halkın, bu iki figüre dair ne hissettiği artık yalnızca geçmişin değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin de meselesi.
Ve belki de bu yüzden, onların eksik bıraktığı yerden daha farklı yöntemlerle ama aynı vicdanla yola devam etmek bizim sorumluluğumuz. Geçmişin hatalarından öğrenerek, adil, dayanıklı ve onurlu bir gelecek inşa etme çabamızın bilimsel ve etik yönlerini ortaya koymamız gerekiyor.
Bu yönüyle Havana sokaklarında yürürken şunu düşündüm: Gerçek dayanıklılık sadece betonarme yapılarda, zenginlikle şekillenmiş meydanlarda değil; toplumsal hafızada, bilginin dolaşımında, yerel toplulukların güçlendirilmesinde ve insanların bir diğerine duyduğu güven duygusunda gizli. Belki de Küba’nın, bizim bilimesl çalışmalarımıza öğreteceği en önemli şey de şu:
“Azla yetinmek değil, çokla şımarmamak gerekir.”
Ve bu ilke, gelecek kuşaklara bırakacağımız en kıymetli miras olabilir.
---------------
Ve şimdi, Havana’nın nemli sabahlarında yürüdüğüm o sessiz sokaklardan, Madrid’in mermer kaldırımlarında yankılanan adımlarıma kadar uzanan bu yolculuğun sonunda, geriye dönüp baktığımda şunu çok daha net görüyorum: Bilim insanı olmak sadece laboratuvarlarda, toplantı salonlarında, akademik metinlerde var olmak değildir. Bilim insanı olmak, halkın içinde, yoksulun gölgesinde, çocuğun gözünde, yaşlının sessizliğinde sorumluluk hissetmektir… Tanrıya şükrediyorum ki; ben bu sorumluluğu taşıyorum. Hem akademik kimliğimle hem de insan olmanın verdiği o derin yükle.
Çünkü biz yalnızca doğayı değil, toplumu da yeniden inşa etmeliyiz.
Kırılganlığa karşı yalnızca yapılar değil; ilişkiler, anlayışlar, adalet duygusu da dayanıklı olmalıdır.
Uygulamalı bilimler ve bu amaçla yapılan uluslararası projeler işte bu yüzden var: Coğrafyalar arasında köprü kurmak, eşitsizlikleri görünür kılmak ve bilginin ışığıyla karanlığı aralamak için…
Bugün dünyanın neresinde olursanız olun, ister Havana’da bir elektrik kesintisinde, ister Madrid’de toplumsal refahın her köşeye yansıdığı insanlarla dolu bir meydanda olun, aynı geleceği paylaşıyoruz.
Benim arkamda saf tutacak olanlara sesleniyorum:
Bu bir kalkınma çağrısı değil yalnızca, bu bir vicdan seferberliğidir.
Toplumsal barış, gezegensel denge, insan onuruna yaraşır bir yaşam için şimdi birlikte düşünme, üretme ve değiştirme zamanıdır.
Çünkü insanlığımız, sınır çizgilerinin değil, birlikte kurduğumuz değerlerin toplamıdır.
İşte tam da bu nedenle, yürütücüsü EPD-Net Projesi, yalnızca ekolojik planlama ve afet dirençliliğini değil; aynı zamanda insan onuru, toplumsal adalet ve küresel vicdan adına da bir umut ışığıdır. EPD-Net Projesi ile ilgili daha fazla bilgi için epd-net.org adresini ziyaret edebilirsiniz.